Şampiy10
Magazin
Gündem

Jigoloya bak!

Jigolo deyince sizin aklınıza ne geliyor?

Paradan başka?

Bir de tabii seksten başka?

“Geriye ne kaldı ki?” diyeceksiniz...

Ben tip olarak soruyorum: Yani nasıl bir tip aklınıza gelir?

Esmer hatta yanık tenli, iri yarı, biraz it, biraz neşeli, biraz vurdumduymaz biraz da iştahlı...

Ne güzel anlattım yahu; “İştahlı” falan diye...

İnsanın jigolo göresi geliyor...

Heh heh hee...

Yani bir jigolo tutacak olsak herhalde kadınların yüzde 90’ı böyle birini tarif eder.

Üstü İtalyan, altı Jamaikalı mesela...

Adı da Giovanni Asafa...

Biz ona kısaca Giasi deriz...

Ne işi varsa Türkiye’ye gelmiş!!! Hatta Ankara’ya, şuralarda dolaşıyormuş!!!

Sapıtmayalım...

Yani kimsenin aklına sarışın, zayıf, babyface biri gelmez herhalde...

Gelir mi?

Genelde, olacaksa öteki gibi olmalı...

Giasi gibi...

Madem üstüne bir de para vereceksin bari değsin.

Mantık bu değil mi?

Normal hayatta normal şartlarda birlikte olamayacağın hatta belki de seks dışında birlikte olmak da istemeyeceğin bir adamı satın almak...

Yok, kiralamak...

Burada anlaştık mı?

Ok.

Şimdi şu fotoğraftaki adama bir bakar mısınız?

Sizce bu adam ne iş yapıyor?

Size bir de ipucu vereyim: Adam İsviçreli...

Hayır, İsviçre Tapu Kadastro İdaresinde sözleşmeli memur değil.

Adam jigolo...

Hem de en âlâsından.

En âlâsından çünkü dünya çapında zengin kadınların jigolosu...

Bu adam!

Tipe bak yaa...

Ama gelin görün ki, son olarak BMW’nin varisi evli, üç çocuk annesiyle sevişmelerini videoya alıp şantaj yapınca foyası ortaya çıkıyor.

Kadın bunu yemeyip yakalatınca bizim sıska jigolo 6 yıl hapis cezası alıyor.

Adama bırakın hapis cezasını, kesin ödül verilmeli...

Bu tiple jigololuk yaptın diye...

Kadınlar bununla fantezi mi yapıyorlar ne?

“Sen şimdi tapucuymuşsun, otur şu masaya, ben tapu çıkarmaya geliyormuşum sen beni görünce çıldırıyormuşsun. Tapuları falan masanın üstünden yere fırlatıp... Tamam mı? Anladın mı?” diye...

Nedir yani?

İsviçreli jigolo...

Sinirlidir de bu.

Baksanıza zayıf zaten, asabi bir hali var.

Hadi fantezilerini bir tarafa bırakın, adam yine kesinlikle cezayı hak etmiyor.

Bence kadına verilmeli o ceza!

Yani sen koskoca BMW’yi yönetecen ama normal bir erkekle bir jigoloyu birbirinden ayırt edemeyecen!

Hadi edemedin, jigolo diye bu adamı tutacan!!!

Müebbet verilmeli kadına...

Ya da buraya gönderilmeli, kesin Ergenekon’dan içeride...

Ne?

Başka suç mu kaldı?

Yazının devamı...

Ne yapardınız?


Kendimi biraz kötü hissediyorum. Ama okuyunca siz de benim kadar keyif alacaksınız biliyorum; sırf bu yüzden bu mail’i aktarıyorum...

Mail, Prof. Özcan Köknel’in “Çatışan Değerlerimiz” adlı kitabından...

Şöyle bir örnek vermiş:

Soru: “Erkek kedi bir ağaca çıkmış ve inmek bilmiyor. Kediyi o ağaçtan indirmek için ne yaparsınız?”

1) Ağaca tırmanırsınız.

2) Merdiven dayayıp tırmanırsınız.

3) “Gel pisi pisi” diye seslenirsiniz.

4) Dişi bir kedi getirirsiniz.

5) İtfaiyeyi çağırırsınız.

Sorunun değerlendirmesi ise şöyle:

1) Ağaca tırmandıysanız, cesur ve girişkensiniz. iyi bir “satış temsilcisi” olursunuz.

2) Ağaca merdiven dayadıysanız; hedefe hangi yöntemle ulaşacağınızı planlayabiliyorsunuz. İyi bir “halkla ilişkiler müdürü” olursunuz.

3) “Gel pisi pisi” diye seslendiyseniz, saflık derecesinde iyimsersiniz. Ne yaparsanız yapın, sakın kendi işinizi kurmayın.

4) Dişi bir kedi getirdiyseniz; kendi işinizi kurup çok başarılı ve ünlü olabilirsiniz.

5) İtfaiye gibi kurtarıcı görevlileri aradıysanız; sorumluluğu başkalarına atmayı beceren “iyi bir üst düzey yönetici” olursunuz.

Bitmedi...

Bana mail’i atan Lütfü Türkkan bu alıntıya yapılan ekleri de göndermiş.

6) Ağacı kesersiniz; böylece başka kedilerin çıkmasını da engellemiş olursunuz; sizden mükemmel bir “kamu yöneticisi” olur.

7) “Bana ne” deyip yolunuza devam ederseniz; sizden çok iyi bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olur.

8) Kendiniz dişi kedi kılığına girip ağacın altında cilve yaparsanız; magazin medyası peşinizi bırakmaz, şöhret olursunuz.

9) Kediyi silahla vurursunuz ve ağaçtan düşer; amaç kediyi ağaçtan indirmek değil miydi? Sizden çok iyi bir darbeci paşa olur.

10) Yüksekçe bir yere çıkıp çevrede biriken topluluğa kedileri ne kadar sevdiğinizi anlatırsınız; sizden çok iyi CHP başkanı olur.

11) Kediyi bağırıp çağırıp hakaret, tehdit ederek indirmeye kalkarsanız sizden çok iyi AKP genel başkanı olur...



Peki şimdi de ben bir uyarlama yapayım mı?

Danalara...

Ağaca tırmanırsanız sizden çok iyi “hissiz adam” olur.

Merdiven dayayıp tırmanırsanız, genç yaşta evlenirsiniz.

“Gel pisi pisi” diye seslenirseniz, üzgünüm ama çook beklersiniz.

Dişi bir kedi getirirseniz, kadınlarla arkadaşlıktan öteye geçemezsiniz.

İtfaiyeyi çağırırsanız, sürekli nişanlanıp nişanlanıp ayrılırsınız...

Hiç mi iyi bir şey yok yani?

Vardır tabii...

Vardır.

Yazının devamı...

Empati zamanı...

Zevkli konular için iyi de...

Empati yapmak kötü durumlarda insanı çok zora sokuyor...

Yani mesela iki erkek arasında kalmışsın falan... Orada, “ben olsam...” demek kolay...

Nereye yatsan sana zararı olmaz.

Ama...

Böyle durumlarda...

Hele ki gerçek hayata dair olduğunda...

İşin rengi değişiyor.

Düşünürken, yüzünün rengi de...

Çünkü bazen düşündüğün şeyden utanıyorsun. Nasıl aklına geldiğine bile şaşıyorsun.

Utandığını seçmesen bile...

Ama işte, kendini sınıyorsun...

Şu, günlerdir hepimizi altüst eden Münevver Karabulut cinayetinden bahsedeceğim.

Hani kafası kesilen 17 yaşındaki genç kızdan...

Daha doğrusu onu öldürdüğü kuşkusuyla aranan Cem G’nin anne ve babasından...

Yani kendimizi onların yerine koyacağız...

Biz olsak ne yapardık?

Örneğin, oğlumuz kız arkadaşının kafasını kesiyor. Sonra da vücudunu bir bavula, kafasını da gitar kılıfına koyup atıyor.

O da çok genç.

Çok iyi bir eğitim alması için elinizden geleni yapmışsınız. Maddi durumunuz çok iyi; ileride şirketlerin başına geçirmeyi planlamışsınız.

Sizin oğlunuz...

Bunca yıl emek verdiğiniz, canınızdan çok sevdiğiniz oğlunuz...

Bir gün onun birini öldürdüğünü öğreniyorsunuz.

Kız arkadaşını...

Ama öyle kazayla veya bir kızgınlık anında cinnet geçirerek bile değil.

Öldürüyor ve kesiyor...

İşte o anda...

Ne düşünürsünüz?

Ama ne yaparsınız?

Çünkü burada önemli olan ne düşündüğünüz değil, ne yaptığınızdır.

Aklınızdan binbir türlü hinliğin, cinliğin, geçmesi normal olabilir.

Onu koruma içgüdünüzün ayaklanması da çok doğaldır.

Belki de ilk aklınıza gelen budur:

“Çocuğumun hayatı mahvolmasın!”

E, maddi durumunuz da müsait, kaçırır mısınız onu?

Başka bir ülkede tedavi ettirip orada yepyeni bir hayata mı hazırlarsınız?

“Onunki bir hata, bilemedi, düzelir”mi dersiniz?

Yoksa o anda,

“Fark etmemişim ama bu çocuk normal değil. Zaten kaçırırsam ömür boyu ne o, ne biz bu vicdan azabı ve bu sürgünle baş edebileceğiz, en doğrusu cezasını çeksin” der miyiz?

Biliyorum ki çoğunuz çocuğunuzu adalete teslim edersiniz.

Az sayıda olsa da bir kısmınız ise, imkânım varsa kaçırırımcılardansınız...

Belki onu haklı çıkaracak nedenler bulursunuz belki de sadece ama sadece ona kıyamazsınız...

Aklınızdan binbir türlü düşünce geçer ama hangisini yaparsınız?

Empati zamanı...

E, hep biz mi empati yapacağız?

Biraz da Cem G’nin anne babası empati yapsın.

Kendilerini Münevver’in annesinin babasının yerine koysunlar...

Belki bu duygu onlara yardımcı olur.

Yazının devamı...

Amma sırmış!

Ne zamandır size bulaşmıyordum...

Niyeyse?

Diyorum ki, dünkü “Evlilikte Mutluluğun Sırrı” yazıma gelen mail’lere bir el atalım...

“Mutluluğun 3 sırrı var 1- Kadınların susması 2- Kadınların susması 3- Kadınların susması. Yüzde yüz garantili. Hanımlar ne olur birazcık deneyin başka şeylerde aramayın mutluluğu.”

Başka şeyler derken? Hatta, “şeyler” derken? Bak, bir kadın susuyorsa asıl o zaman korkacaksın. Çünkü kadın sana susuyorsa bir başkasına konuşuyor demektir... Ki bu da belki o “şey” in cevabı olabilir.

“Kadınların susması için erkekler saç değil biraz duygu nakli yaptırsalar yeterlidir.”

Bırak yaa.. Bu sefer de şiir miir okumaya kalkacaklar...

“Cinsel çekim varsa diğerleri hava cıva,o da kiloya bağlı. Fit kaldın kaldın, kalamadın göbek tokuştur, buzdolabını, fırını sev!”

Haydaaa... Bütün olayı kiloya bağladın ya, helal olsun sana. Mahkemeler de öyle olsun! Hâkimin karşısında bir tartı, “Çık kızım!”, “Kaç kilosun?” “62 efendim...” “Nee??? Çiftin boşanmasına...” diye...

“E bütün diyetler gibi bu da pazartesi sabahı başlar öğlene kalmaz biter...”

Bitse iyi! Arada kaçamaklar olmasın da! Buzdolabı kaçamakları yani...

“Pandora’nın kutusu açılmış bir kere. Eskidenmiş yeşil panjurlu evler. İnternet çıktı mertlik vb. bozuldu. Kimsenin diğer kimseye uzun tahammülü kalmadı. Belli bir zamandan sonra günde 4-5 kez öpüşme..acı verir insana :-) yani.. Her iki tarafa da.”

Hiç olmazsa eşitlikçisin. O halde günde 4-5 kez öpüşmeyi “Boşanmanın 5 Kısa Yolu”nun ilk maddesine koyalım. Hatta haftaya böyle bir yazı yazalım.

“Evli çiftler öğrencilik yıllarında yaptıklarını yapmaya evliliklerinde de devam etselerdi hiçbir zaman boşanma olmazdı. Muhabbet kuşlarını örnek alın, yeterlidir. Oturup binlerce kişide denemeye gerek yok. Tabiat o güzelliği sunuyor insanlara.”

Ama böyle çok tabiat olursan ancak muhabbet kuşlarına bakıp mail atarsın.

“Bu İngilizlere kalsak hayat şimdikinden bin beter olacak.”

Şimdi hiç olmazsa “başım ağrıyor” deyip geçiştiriyoruz değil mi?

“Hanımefendi, mutlu evliliğin sırrı araştırmasını yapan arkadaşların varsa adresleri, lütfen şu yazıyı gönderiniz onlara: Mutlu bir evliliğin sırrı henüz bir sırdır...”

Henüz bir sır mıdır?

Yoksa yok mudur?

BUDİST

Bütün hafta boyunca kadınlardan hep aynı mail geldi. Şu aşağıdaki...

Hem de o kadar çok geldi ki!

Aaaa... Çok şaşırdım!

“Her kadın hayatının bir bölümünü budist olarak yaşar, çünkü mutlaka bir öküze tapmışlığı vardır.”

Yazının devamı...

Adama sorarlar...

Yine bir araştırma...

Ve tabii yine İngilizler...

Araştırmayı İngilizler yaptıysa konu da biliyorsunuz ya seks ya ilişki falan olur.

Bazen bu araştırmaları benim için yapıyorlarmış gibi geliyor. “Al sana bir tane daha, bakalım buna ne diyeceksin?” diye...

Derim tabii...

Denmeyecek gibi

değil ki!

Bakın şimdi de, “Mutlu evliliğin sırrı”nı bulmuşlar...

19 milyonuncu kere...

Aramayan kalmadı bunun sırrını. Herkes arıyor ama işin ilginç tarafı her arayan da buluyor.

E, adama “madem bu kadar kolay, bulmuşsunuz da ne diye bir daha bir daha arıyorsunuz” diye sormazlar mı?

Sorarlar.

Biz de soruyoruz da, ne fayda!

Olsun. Bize de eğlence çıkıyor...

Zaten var ya, evliler her üç ayda bir sırrı uygulasalar evlilikleri nasıl geçiyor anlamazlar bile...

Tabii bu işler kadın işi olduğu için evlerde şöyle sahneler yaşanabilir:

- Tahsiiin, okudun mu, yeni bir sır çıkmış?

- Tiiirrr....

- Ama bu sefer İngilizlerin...

- İngilizler şeytsin, yani uygulasın onu...

- Ya bak böyle yaklaşırsan olmaz.

- Ben bi yaklaşacağım ama....

Ama dikkatinizi çekerim, bütün mutluluk sırlarının tek ortak noktası var: Seks...

Sadece sayısı değişiyor. Kimi haftada 4 derken diğeri 2’yle yetiniyor.

Diyet çeşitleri gibi bir şey yani...

Bakalım bu sefer ne bulmuşlar?

Önce haftada 3 kez seks, günde

4 kez öpüşme veriyor.

Saati kurarsınız artık. 4 saatte bir öter. Artık alarm sesi ne olur, bilemem.

“Kiss me goodbye...”

Ya da seks yaparken o araya öpüşmelerin hepsini sıkıştırın bütün hafta rahat edin.

Ama sayın da eksik kalmasın!

Gelelim diğer önerilere...

“Çiftler ortak hobilere sahip olmalı ve birbirlerine uzun uzun sarılmayı sevmeli.”

Hadi uzun uzun sarılalım da, mecburen, bir de sarılmayı sevmek mi gerekiyor?

Hocam taklit yapsak sayılır mı?

Sarılmayı sevme taklidi...

Şimdi, hem hobi yapacaklar hem de sarılacaklar.

Hobi!

Zaten çok hobik insanlarız... Bir de severiz yani... Hepimizin en az iki hobisi vardır!

Mesela birlikte tahta boyarken...

Heh heh hee...

Tam boyuyorsun, adam fırçayı bırakıp sarılıyor...

Tam o boyayacak bu sefer sen sarılıyorsun...

Ne bu be! Sevgi çiçeği gibi...

Sevimsiz aile...

Neyse bunu geçelim. Sıradaki...

“Evlenmek için ideal kişiyle arkadaşlar aracılığıyla tanışmalı.”

Hııı... “Bardan gelen bara gider” diyor bu.

Bir de, “Arkadaşlarına iyi davran” diyor.

“Çift evlenmeden önce 3 yıl beklemeli ve evlendikten sonra da çocuk için 2 yıl beklemeli.”

Eh, etti mi 5 yıl. Ondan sonra da boşanma zamanı zaten!.. Ya da boşalma...

Yani ipini boşaltma anlamında!

“Kadın erkekten 2 yaş küçük olmalı.”

Tabii öyle olsun ki, birinin andropozuyla ötekinin menopozu denk gelsin! Eğlence çıksın!

“Çift her gün birbirine ” Seni seviyorum “ demeli...”

İfadeye bak: “Çift!”

“Hey çift, napıyonuz?”

Bugün, söylediniz mi bakim?


Yazının devamı...

Ayağı büyük olanın...

“Ayakkabı numarası 35 olan kadınlardan korkacaksınız! Çünkü onların mutlaka bir kompleksleri vardır”

Ozan Güven’in bu sözleri kaç gündür gazetelerde, biliyorsunuz...

Ben de okuyorum, okuyorum biraz da bilerek es geçiyorum.

En fazla, “Ayağı küçük olan kadının boyu da kısadır; e bir laf vardır ya, kıçı yere yakın olandan korkacaksın diye, oradan yola çıkarak söylüyor” diyor, bırakıyorum...

“Asıl erkeğin ayağı küçükse...” diyeceğim, demiyorum.

Kaç gündür tutuyorum kendimi.

Tutuyordum yani...

Hayır, “Biraz da erkek ayaklarından bahsedelim” diyeceğim, olmayacak!

Sonra düşündüm, “Niye olmasın?”

Öyle bir laf vardır ya, “Neden olmasın?” diye...

Why not?

Düblaj türkçesi yani...

Ama günlük hayatta kullanınca insanı ‘önemli” kılar.

Yani mesela adama atıyorum, “Sinemaya gidelim mi?” dedin. O da, “Neden olmasın?” dedi.

Dedi ve kaybetti!

Ne biçim laf o be!

Film mi çeviriyoruz, filme mi gidiyoruz anlamadım...

Neden olmasın?mış!

Yahu normal adam şu lafı söyler mi hiç? Söylerken bir de çok zeki laf etmiş gibi bakarlar...

Ne diyeceksin ki şimdi buna?

Ya “İyi uzatma bak seanslarına da gidelim” diyeceksin ya da

“Neden sanat?” diye üste çıkacaksın...

Tamam konumuza dönüyorum.

Erkelerin ayakkabı numaralarına...

Bahsedelim mi beyler?

Erkekler küçük ayaklı olmaktan nefret ederler.

Niye?

Çok basit:

Ayaklarıyla özdeşleştirirler....

Şeyi...

Kişiliklerini...

Yok artık! O kadar da değil ama etkilenirler.

Ergenlik kalıntıları yani.

Kalıntı ama kurtulamazlar da!

Hani vardır ya, “Elleri, burunları ne kadar büyükse...” diye...

Bu da,

“Ayağı büyük olanın...” versiyonu...

Türkiye ortalamasının 42 numara olduğunu varsayarsak, etrafımızda “ayaklarından” nefret eden bir sürü adam dolaşıyor demektir.

Ne tuhaf değil mi?

Tuhaf bir bakış açısı...

İşte bu yüzden, dikkat edin satın alacakları zaman ayakkabının güzelliği ve rahatlığından çok büyük gösterip göstermediğine bakarlar...

Aynada şöyle bir bakar, yeterince büyük gösteriyorsa kendine güveni gelir.

Sever ayakkabıyı....

Sanki o ayakkabıyla bütün kadınlar gerçeğin ta kendisini göreceklerdir!

“Böyle de bir insandır!” yani...

Öyle garip bir histir bu.

Hani şu sivri burun ayakkabılar modayken çok mutluydu bunlar.

Mesela hovarda bir erkeğe asla burnu yuvarlak bir ayakkabı giydiremezsiniz...

Deneyin.

Eşinize veya sevgilinize öyle bir ayakkabı hediye alın bakın, giyiyor mu?

Heh heh hee...

Hayatta giymez.

“Sıkıyor mıkıyor, değiştirelim” demezse neyim.

Öyle yani...

O halde biz de aynı sözleri erkekler için söyleyebilir miyiz?

“Ayağı küçük erkekten korkacaksın. Mutlaka bir kompleksi vardır...”

Yazının devamı...

Aşkın eflatun hali...

Bir yerde tanışmışsınız... Barda, partide, bir gezide, iş icabı, nerede tanıştığınız fark etmez...

Ama ilk defa baş başa bir yere gideceksiniz...

Yani işin rengi değişecek.

Ne renk olacak? Hadi bakalım bir renk bulun.

Ben buldum bile...

Eflatun...

Çünkü öncesi çok uçuk-silik, sonrası ise mor!

Bakın cümle içinde de güzel duruyor:

“Aşkın eflatun hali...”

Eflatun olacaksınız...

İnşallah yani!!!

Yanlış anlaşılmasın, o’ndan bahsetmiyoruz ha! O değil.

Zaten onun rengi başka!

Kırmızı, fuşya falan...

Yani akşam bir yere gideceksiniz; yemek, konser, parti ya da başka bir yer...

O da fark

etmez...

Önemli olan şu:

Seni almaya gelecek ya...

Evden...

O önemli...

Neden peki?

Çok basit; çünkü adamın ne olduğu o sırada anlaşılır...

Zaten öyle tuhaftır ki, şimdi sen onunla daha önce tanıştın ya, sonra seni almaya geldiğinde başka biri gibidir...

Şey gibi; yüzbaşıyı sivil kıyafetle görmek gibi...

Niye yüzbaşıysa? Yani bir askeri, sivil kıyafetle görmek gibi...

Neredeyse tanımazsın...

Hele bazıları tıraş falan olur ya, saç tıraşı yani...

Parlak parlak!

Yeni kesilmiş saçlar gerektiğinden kısa olur hani...

Temiz, derli toplu olsun tabii ama öyle parlamasın, tamam mı?

Şimdi adam, dikkat ederseniz adam diyorum çünkü eflatun aşamasında henüz danalıklarını göstermezler...

Bir kere pis arabayla seni almaya gelen adamdan yar olmaz.

Neyin işaretidir biliyor musun?

Bundan sonraki bütün randevularına geç geleceğinin...

Kötü yalanlar söyleyeceğinin...

Sorumsuz ve tembel olacağının...

Olur ha, evlenirsen de, asosyal kocalar vardır ya, onlardan olacağının...

Yahu arabasına önem vermeyen adam ne kendisine ne sana önem verir!

Peki bunlar yatakta nasıl olurlar?

Onu şimdilik geçelim...

Mesela arabaya bindin, torpidonun üzerinde tek bir gül duruyor...

Sana almış!

Geçiniz...

Bu adamı da geçiniz...

Rüşvetçi dana!

Bu adamda suç içselleşmiş demektir!

Suç dediysem, bir takım danalıklar yani... Yapacak yapacak sonra eline çiçek alıp gelecek, “özür dilerim” diye...

Biraz arsız yani!

Kolay özür diler bunlar.

Seni almaya geldiğinde dinlediği müzik de önemlidir. Çünkü onu, o an için seçmiştir. Öylesine bir şey çalmıyordur yani...

Şöyle özetleyelim; slow bir şeyler çalıyorsa seninle hemen yatmak istiyordur. Müzik ne kadar hızlıysa yataktan o kadar uzaktasınız, ona göre...

Bir de tabii senin yanındayken insanlara ve arabalar yol veriyor mu ona bakman lazım. Veriyorsa, sen de ver dermişim!!!

Her şey normal ama kırmızı ışıkta durdunuz. Ha bire gözü aynalarda mesela...

Aynalarda ve yandaki arabalarda...

Anladınız siz onu; kadınlara bakıyor besbelli.

Kötü niyetinden değil, zaten orada baksa ne olacak; alışkanlıktan bakıyor değil mi?

Olmaz!

Olmazzz bir tanem

Olmaazzz sevdiğim

Olmaz inan bana olmaz

Aşk böyle olmaazzz...

Yazının devamı...

“Sen arka odaya geç”

Sevgilisi geldiğinde kocasına,

“sen arka odaya geç” diyen kadın...

Pazar gününe damga vuran sözler

bunlardı...

Tokat gibi suratımıza çaptı.

Alışık olmadığımız, hiç duymadığımız bir durum da değildi ama yine de sarstı.

Duygularla ahlaki değerler arasında kısa bir süre de olsa gidip geldik...

Biraz da birisine hak vermeye mi

çalıştık ne?

O kısa arada herkes kendisine göre bir yorum yaptı.

Çok azı sevgiliyi...

Kimisi kadını...

Çoğunluk da kocayı eleştirdi...

Biri ona da hak verdi öteki buna...

Bazıları da üçüne birden kıydı...

Aslına bakarsanız, başroldeki adam bir başbakan olmasaydı, olay da bir kasabada geçseydi...

Ya da “sen arka odaya geç” diyen kadın değil de, bir koca olsaydı...



“Lacivert gözlü bir kadındı. Bir kere Maçka’da gördüm. Bir haziran günü güneşin en yoğun olduğu saatte gökyüzü ne kadar maviyse gözleri o kadar mavileşiyor, gece bastığı zaman ne kadar lacivert olursa o kadar lacivert oluyordu. Çok güzeldi. Hafif göğüs çatalı göstermeye meraklıydı. Seksi görünen bir kadın havasından çok sakin görünen bir şehvet fırtınasıydı. Çok güzel omuzları vardı.”

Bir kadın daha ne kadar güzel

tarif edilir ki?

Sanki onu ben de o gün, o kadını Maçka’da görmüş gibiyim. Gerçekten de çok güzel bir

kadın...

Yılmaz Karakoyunlu, Buket Aşçı’yla dün okuduğunuz söyleşisinde, Adnan Menderes’in sevgililerinden Suzan Sözen’i böyle

anlatıyordu.

Biraz sonrasında da aynı kadın için şu

ifadeleri de kullanıyor:

“Bu nasıl bir kadın?”

“Benim Adnan Bey’in ilişkilerine yönelik bir rahatsızlığım yok. Bir tabiat kendini böyle ortaya koymuş. Ama kadının kocası oradayken gitmesi... Kadının kocasına, ’sen arka odaya geç’demesi... Bu nasıl bir kadın?”

Haydaaa....

Kadının başına patladı her şey!

Anlaşılan Yılmaz Bey eleştiri hakkını kadından yana kullanmış.

Kimbilir daha kaç kişi böyle düşünüyor...

Bir tabiat kendini böyle ortaya koyuyor,

öteki tabiat tabiat değil!

Olayı tuhaflaştıran da zaten sadece kadının

o sözleri!!!

E ama o zaman da benim bir soru sormam gerekiyor:

“Ne yani? Kocası arka odaya geçmeyip,

evden çıksaydı... Ne değişecekti?”

“Hem de bizim yatağımızda!” gibi bir şey bu da...

Yani sanki başka yatakta olsa ne fark edecek?

Aslında Suzan Sözen’in kocasının, Menderes gelirken evden çıkıp, o gidince de karısının lambayı açıp kapayarak verdiği sinyalle eve döndüğü de söyleniyor.

Soğuklarda arka odaya geçiyordu herhalde!

Güzel havalarda karşıdaki parka...

Nedir yani?

Ha arka oda, ha kapının önü, ha o yatak ha bu yatak...

Fark eder mi?

Tabiat icabı yani...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.