Şampiy10
Magazin
Gündem

Sadece “sensin” diye...

En güzeli nedir?

Nasıl bir sevgi yani?

Para, statü, fiziki özellikler, aile...

Bu etkenler olmadan...

Hiçbir maddi değeri kale almadan...

Bunları gözetmeksizin sevmek değil mi?

Sırf ‘o’ diye...

Bütün dünyevi değerlerden arta kalanlarla...

En saf, en yalın haliyle sevmek...

Hatta o yalın halinin de iyi taraflarını sevmek, kötülerini kabullenmek...

Bu mudur?

Sevgilerin en güzeli bu mudur?

Ben daha iyisini bilmiyorum.

Herhalde bu tarife kimsenin itirazı olmaz değil mi?

Özellikle de erkeklerin.

Bütün özlemleri bu değil midir?

Budur.

Evet özellikle de erkeklerin...

Çünkü nedense (!) hep böyle bir kuşkuları vardır.

Siz hiç, “ben fakirim onun için beni beğenmiyorlar” diyen bir kadına rastladınız mı?

Böyle bir teamül yok en azından...

Ama buna karşılık erkeklerin beğenilmeme nedenleri onlara göre hep parasızlıkları, işsizlikleri, arabasızlıkları falandır.

Oysa şöyle bir söz vardır ya:

“Erkekler kadınların kendilerine para - statü kazanınca baktıklarını sanırlar. Oysa para kazanınca onlar kadınlara bakmaya başlamışlardır...”

Yani güya önemsemezler ama onlarda böyle bir para-sevgi ilişkisi vardır.

Bu yüzden çok paraları, iyi bir işleri veya güzel arabaları olunca daha fazla sevileceklerini düşünürler.

Ha, çok parası yoksa...

Ya da paranın bir önemi yoksa...

Bu sefer de araya yine başka unsurlar girer.

Bir şekilde ona ihtiyaç duymanı ister.

Bir şekilde...

Artık nasıl olursa...

Ona mecbur kalmanı arzular.

“Oraya gitme”, “onunla konuşma”, “çok konuşma”, “bunu yapma”lar hep bu yüzden galiba...

Onsuz var olabilmenden, onsuz eğlenebilmenden ve hele hele beğenilmenden hiç hoşlanmaz.

Sanki onsuz bunları yapınca, “sana ne gerek var?” diyeceğiz... (Der miyiz?)

Belki de öyle sanıyorlar kimbilir?

Oysa en güzeli bu değil miydi?

Maddi manevi hiçbir baskı unsuru olmadan, mecbur kalmadan sevmek...

Tıpkı o muhteşem şarkıdaki gibi:

“I love you for sentimental reasons”.

Ama...

Bir erkek onu sırf o olduğu için sevmeni anlayamaz.

Daha da kötüsü ne biliyor musunuz?

Anlasa da bu onun içine sinmez.

Koşulsuz sevgiye en fazla onlar önem verdiği halde....

O halde neden?

Neden erkekler böyle bir sevgiyi...

Ne yapamazlar?

İstemezler...

Yok yok,

Kaldıramazlar...

Evet gerçek soru bu:

Neden?

Yazının devamı...

Ispanaktan koca tarifi

“Koca dediğiniz çeşit çeşit elbette. Ve şimdi çalışan bir kadının ıspanak pişirdiği bir akşama göre kocanın türü nasıl anlaşılırmış bilgilerinize sunuyorum.”

Böyle başlayan çok tatlı bir mail yollamış.

Şimdi size gerisini de aktaracağım ama uyarayım, ben de müdahale edeceğim.

“Kadın akşam işten çıkar, markete gidip ıspanak alır. Koşarak eve döner.

Üstünü değiştirir.

Mutfağa koşar, ıspanakları yaprak yaprak yıkar ve pişirir.

Sonra sofrayı hazırlar.

Ama o da ne!

Yoğurt almayı unutmuştur.

Hemen kocasını arar.

Ve işte ’kocadan kocaya’değişen cevaplar...”

İşte ben de tam burada biraz işe karışayım diyorum. Kocanın cevaplarına cevaplar da benden...

“Ben geç geleceğim, toplantım var. Yoğurtsuz yiyin...” (Laçka Koca)

Tabii, biz de sana nasıl yiyeceğimizi soruyorduk! Akıl ver diye... Salağız ya!

“Toplantım var, yemeğe gelmeyeceğim. Ama bari yoğurdu alıp kapıdan bırakayım.” (Aldatan Veya Eve Gelmemek İçin Bahane Arayan Ama Bir Yandan da Vicdanı Sızlayan Koca)

Sakın ha gerek yok, ben hallederim demeyin. Ama bu jestine karşılık onu toplantıya bırakabilirsiniz!!!

“Aradığınız no’ya şu anda ulaşılamıyor.....” (İşte bu Sahiden Aldatan Koca)

O zaman mesaj bırakalım: Gelirken yoğurt al diyecektim ama acaba cep telefonumu mu değiştirsen? (Böylece çek etmiş olursunuz. Telefonu değiştirirse kesin aldatıyor.)

“Yahu kadın, ıspanağı aldın da, yoğurdu niye almadın?” (Hıyar Koca)

Böyle kavga çıksın diye... Yoksa normal bir insan olarak unutmadım yani!!!

“Off... Yine mi ıspanak? Otlaya otlaya sığır olduk...” (Kalas Koca)

Hayır, tam tersi. Sen sığırsın diye ıspanak yapıyorum.

“Tamam alırım...” (Problem İstemeyen Monoton koca)

Yanında bir de çiçek al da kafamı keseyim!

“Tamam alırım, başka bir şey lazım mı?” (Normal Koca)

Lazım. Zekâ, neşe, espri falan...

“Aman, ıspanakla mı uğraştın? Yapmadıysan dışarıda yiyelim...” (Süper Koca)

Peki tatlım!

E, başka ne diyeyim şimdi böyle adama?

Varsa tabii...

Şimdi ben de bir koca çeşidi eklemek istiyorum;

“Tamam” deyip telefonu kapatan ve eve sallana sallana gelen koca...

“Aaa... Unuttum ya...” diyerek.

Bu mu?

Bu da koca işte!

Sadece koca!


Yazının devamı...

Haz derken?

Aslında bugün de bulup şu PQ testini yazacaktım ama ulaşamadım.

Ben de haz testi yapacaktım oysa ki!

Yani “Haz alıyor muyum? Alıyorsam ne kadar alıyorum? Almıyorsam salak mıyım? Alıyorsam doğru yolda mıyım?” Test edip onaylatacaktım yani...

Olsun.

Belki yarın falan ulaşabilirim.

Yine de ben bu işin peşini bırakır mıyım?

Bırakmam.

Elimdeki verilerle devam ederim...

Testin yaratıcısı Bob Hurling’in söyledikleriyle...

* “Hayatta denge çok önemli bir unsur. Bir aktiviteyi yaparken acaba haz alıyor muyum diye sorgulamak çok yanlış olur.”

Bizde, bırak aktiviteyi yaparkeni, öncesi ve sonrasında da sorulmaz ki bu soru! Sorsak neleri(!) boşuna yapmayacağız ama...

* “Rahatlamak da çok önemli. Her zaman iç sesinizi dinleyin. Unutmayın ki bazen sadece arkanıza yaslanıp, gözlerinizi havaya dikerek bile rahatlayabilirsiniz. Rahatlamak bir hazdır.”

Ohooo... Türkiye hazzın dibine vurmuş o zaman... Ya da tavan yapmış! Artık hangisiyse? Hele bir de haz kriterlerinde inşaat çukuruna bakmak da varsa milletçe yırttık demektir.

Bir de haz eşiği diye bir şey varmış. Bakın bu konuda da neler diyor:

* “Eğer haz eşiği düşükse aslında bu daha avantajlı. Çünkü haz eşiğinizi genişletecek çok potansiyeliniz var demektir.”

Şimdi genelde bizde şöyle oluyor: herkes ama herkes kendisini haz eşiğinin en üstünde sanıyor. Herkese göre, başkaları da en dibindedir.

* “Tam tersi durumda ise iki şey yapılmalı. Kendinizi tebrik etmeli ve farklı alanlarda yeni tatminler bulmalısınız.”

A-ha! Hem tebrik ederiz hem de ettiririz! “Nasıldı ama...” diyerekten. Yeni tatminlere gelince... Bundan kolay ne var?

* “Aynı şeyi tekrar tekrar yaptığınızda daha az haz vermeye başlıyor, çünkü alışıyoruz.”

Bunu biz de biliyoruz da, ondan sapıtıyoruz ya... Ne yapalım yani?

* “Buradaki asıl ipucu farklı şeyler yapmak. Ya da aynı şeyi yapsanız bile olaya farklı yaklaşmak.”

Anladınız mı evliler! Size diyor...

* “Sapkın bir şey yapmanıza gerek yok.”

Ha yani! Hemen “ben yapacağım da karım yanaşmıyor”lara girmeyin yani... Aklınıza gelenden başka fikir mi kalmadı? Biliyorum ben sizin neler düşündüğünüzü...

* “Hayatın her dakikasının yeni ve farklı tecrübelere gebe olduğunu unutmayın yeter.”

Bak, öyle gebe mebe deme, bizimkilerin aklı kayar.

Yalan mı?

Yazının devamı...

Bu PQ, hangi PQ?

İngilizcesi PQ, Pleasure Quotient herhalde...

Türkçeye “Haz Testi” diye geçirmişler...

Ne sinir!

Haz...

Ben de bu ara kelimelere mi taktım ne? Testin içeriği insanların nasıl mutlu olacaklarıyla ilgili...

O halde seçilen kelimenin biraz daha neşeli olması gerekmiyor mu sizce de?

“Haz”da biraz kasvet var sanki...

Gönül gibi... O da kasvetlidir mesela...

Yok eğer öyle algılamayacaksak “haz” veya “haz almak” deyince insanın aklına bu sefer de başka şeyler geliyor...

Öteki şeyler...

Ne be!

Ben mi manyağım?

Sanki sizin aklınıza ne geliyor?

Yemek, içmek, sinema, müzik vs...

Bunlardan haz almak mı geliyor?

Hadi canım!!

Ayrıca bunu bizim aklımıza öyle

getirenlerde kabahat!

Neyse...

Şimdi de PQ Testi diye bir şey çıkmış.

Henüz neymiş diye bakmadım. Erteledim.

Çünkü bugün PQ testinin yaratıcısı Bob Hurling’i okudum. PQ’sunu anlatıyor.

Heh heh hee...

PQ!

E, aynı gibi...

Yani bizim anladığımız haz tarafından bakarsak, öyle!

Zaten bakmamamız için de bir neden yok.

Bob Hurling diyor ki:

* “On haz odağı belirledik. Bunlardan

bazıları fiziksel, bazıları ruhsal.”

Tıpkı “onun” gibi...

Genellikle yakalanıncaya kadar ruhsal,

yakalanınca da fiziksel olur ya!

Devam edelim...

l “İlk beşi temel duyu organlarımız” diyor.

Görme, işitme, koku, tat ve dokunma...

İşte! Direkt oraya...

Diğer beş ise... (Merak ediyorum neymiş? Bizimkilerde pek duygu olmaz ya... Yani tabii iddiayı duygudan saymazsak.)

Evet, diğer beşi ise “başarı, heyecan,

sosyalleşme, uyarılma ve rahatlama hazzı”ymış.

Ne?

“Ben söylemiştim!”mi diyeyim?

Sırası bile aynı.

Şimdi ben size bunun açılımını da adım adım yapayım.

Başarı: Adam işinde başarılı olunca

libidosu artar...

Heyecan: Yeni heyecanlar aramaya başlar.

Sosyalleşme: İş yolculukları,

toplantılar artar.

Uyarılma: O sıralarda birileriyle tanışır.

Rahatlama: Oha! Onu da mı ben

anlatayım...

İşte size hazzın tarifi...

Bitmedi...

Bob Hurling sadece testi hazırlamakla

kalmamış, bir de hazzı 4 katına çıkarmak için çalışmış.

İşte, tam bir erkek işi...

Zevk alıyorsun işte, niye uğraşıyorsun hâlâ...

4 katına çıkaracakmış! Şunu bir kadın yapar mı? Zevkini alır, oturur.

Bu?

4 katına!!!

E ona da bakalım.

* “Size haz veren aktiviteyi yapmadan önce mutlaka hayalini kurun.”

Kurmazlar mı? Hem de ne hayaller!!!

* “Aktiviteyi yaparken asla acele etmeyin, tadını çıkarın.”

Bak bu konuda söz vermeyelim...

* “Sona erdikten sonra geriye dönün ve hatırlayın.”

Geriye döneriz de hatırlamak derken?

* “Mutlaka sevdiklerinizle paylaşın.”

Bak işte o konuda kuşkun olmasın!

Gördünüz mü?

Bu PQ hangi PQ?

Yazının devamı...

Senin için ölürüm...

Aslında İngilizcesi daha güzel, “I die for you...” Nasıl ki bazı kelimeler bazı dillerde daha güzelse, bazı cümleler de öyledir ya...

Fonetik olarak...

Bak mesela, “aşk” bence hiç hoş değil. Yazılışı da söylenişi de... Belki kısa ve keskin oluşu içeriğine uygun olabilir ama ı-ıh...

“Love” da

güzel değil!

Ama “amore...”

Söylenişin güzelliğine bak!

İşte budur...

Aşkın en güzel kelimesi bence budur:

Amore...

Ama bazen ne kadar güzel olursa olsun duygularımızı anlatmaya kelimeler yetmez.

Kesmez yani...

Bazen seni, bazen onu kesmez...

Duyguların en yalın belki de en gerçek hali kimi zaman işe yaramaz.

“Seni seviyorum” veya “sana âşığım” lafı kuru kalır.

Kısa kaçar.

O zaman abartmaya başlarız...

Başına sonuna duygularımızı kuvvetlendirecek bir şeyler ekleriz...

“Seni deliler gibi seviyorum”, “aşkından ölüyorum...” “Sırılsıklam âşığım”, “körkütük âşığım...”

Ve daha yüzlercesi...

Ama dikkat ederseniz, hiçbiri aklı başında, romantik ya da ne bileyim, hoş tanımlamalar değil.

Gerçi olay da aklı başında değil ya!

“Eee?” diyorsunuz tabii...

“Eee...”si var, merak etmeyin.

Hem de nasıl bir “Eeee...”

Hani dedim ya, abartırız diye...

Hayatım boyunca çok abarttığım oldu, benden bin kat daha fazla abartanını da bilirim ama...

Ama böyle bir şey duymamıştım.

Tam, “hayatımda böyle bir şey duymadım!” türünden...

Adam ne demiş biliyor musunuz?

“Başkalarıyla sevişirken sadece seni aklıma getirince tatmin oluyorum.”

????

!!!!!!

Tabii o, “tatmin oluyorum”u adıyla söylemiş.

Yani kadınla sevişiyor sevişiyor, tam o

anda bunu aklına getiriyormuş!

Bunu söylediği kadını yani.

Dana!

Ya buna “dana” demek de hafif kaldı. En azından öteki danalara haksızlık etmiş oluruz.

Adamdaki pişkinliğe bakar mısınız?

En fenası da ne?

Adam iltifat ediyor...

Sevgisini böyle anlatıyor.

Hadi buna sevgi demeyelim, tutkusunu böyle anlatıyor.

Ne diyeceksin ki buna?

Ne?

“Sağol hayatım, beni orada da unutmadığın için çok teşekkür ederim” mi?

“Gerçekten de şimdi beni sevdiğine inandım. Yok eğer orada o kadınla beni düşünmeden sevişseydin inan seni affetmezdim!” mi?

“Doğru söylüyorsun aşkım. Benimkiler de hep böyle oluyor!” mu?

Yok canım, bu böyle kinayelerden de anlamaz ki!

Direkt, “Allah cezasını versin” mi demek lazım?

Adama bak yaa...

Yazının devamı...

Evet, insan sevdiğini aldatırmış!

İnsan sevdiğini aldatır mı?” diye sordum, aldım cevabımı...

Hem de kaç tane...

Ama susacağımı sanıyorsanız yanılıyorsunuz...

* “İnsansı bir erkek, karımı seviyorum deyip güle oynaya aldatmaz ama yaramazlık yapabilir, ayırt etmek lazım.”

Ha, güle oynaya değil, ağlaya ağlaya mı aldatır? Pardon yaramazlık yapar!!! Bu “yaramazlık” yani tam olmayınca mı, ne? Ondan mı ağlar? Ne diyon yaa...

* “İnsanın sevgiden ne anladığına göre değişir diyorum ben... Biz kadınların anladığı sevgi ile erkek milletinin anladığı sevgi arasında Himalayalar var.”

Fıkradaki gibi; hani birlikte olmuşlar, bitince kadın başını adamın göğsüne dayamış ve “beni seviyor musun” diye sormuş. Adam da az öncesini kastederek, “e, sevdik işte!” demiş ya, onun gibi... Yoksa fıkra değil de, gerçek bir hikâye miydi bu?

* “Bence bu karısını sevme veya sevmeme meselesi değil, sadece mevcut düzeninin bozulmasından korkup, korkmama meselesidir. Çoğunun eşi, aldatıldığını bilir ancak bilmemezlikten gelir. Sosyal statülerini kaybetmekten korkarlar. (Ekonomik özgürlüğü olanları kapsamaktadır.) Boynuzlu dolaşmak işlerine gelir.”

E belki başka şeyler de işlerine geliyordur! Kadın da adamla yatmak zorunda kalmıyordur mesela...

* “Bazıları fiziksel ihtiyaçlarını dışarıda, duygusal ihtiyaçlarını evde gideriyorlar. Eğlenecek kızlar var, evlenecek kızlar var muhabbeti...”

Eğlendikleriyle evlenseler ya da evlendikleriyle eğlenseler bu işler düzelecek ama...

* “Aldatmak sadece fiili bir hareket değildir, siz kadınlar nasıl başkalarının hayalleri ile sevişiyorsanız, erkekler (biz danalar) bunu fiili olarak yapıyoruz. Arasında bir fark var, diğerinde iki yüzlülük yok. Yine hislendim ben.:D”

Bu hisli halin mi? Yapma bak, bizi de üzeceksin!! Yahu zihni aldatmayla fiziki yani harbi aldatma arasında fark olmaz mı hiç? En azından 13 cm’lik bir fark var. En azından...

* “İnsan sevdiğini aldatmaz, doğru. Ama zaten siz de buradan milyon kere tekrarladınız: Erkekler kadınları SEVEMİYOR ki. Biz kadınları beğeniyoruz, arzuluyoruz vs. vs. vs. ama sevdiğimizi, sevebildiğimizi sanmıyorum. Kadınlar da farklı değil. Sevmek henüz insanlığın bilmediği bir durum.”

Pardon yaa... Doğru söylüyorsun. Neyi sorguluyorsam? (Gerçekten ama...)

* “Dilek hanım her gelen mail’e de inanmayın. Bu adam egosunu hikâyeden tatmin ediyor olabilir.”

Niye? Böyle danalar yok mu? Ya da böyle olmayan var mı?

* “Onlara göre tek gecelik kaçamaklar aldatmak değilmiş, aldatmak ancak başka bir kadınla duygusallık yaşarsan olurmuş.”

E iyiymiş o zaman!!! Biz de öyle yapalım!!!

İsterseniz önce, ne aldatmaktan sayılır ne sayılmaz önce onları belirleyelim...

Ona göre yani...

Yazının devamı...

İnsan sevdiğini aldatır mı?

Aslında soru, “İnsan sevdiğini şey, yani sevdiğiyle yatar mı?” olsaydı durum karışık olacaktı...

Hani, “kıyar mı?” manasında...

Ama şimdi soru çok basit.

“İnsan sevdiğini aldatır mı?”

Akıl, mantık da buna tek cevap verir zaten:

“Hayır” der.

“Hayır insan sevdiğini aldatmaz.”

Ama duygulara sorarsan...

Ya da akıl mantık dışındaki şeylere... Artık tutkuya mı, içgüdüye mi yoksa arsızlığa mı sorarsın, bilemem...

İşte orada bütün kurallar, bütün denklemler altüst olabilir.

Evet altüst olur.

Çünkü onların cevabı öyle abuk sabuktur ki, alta koysan olmaz üste koysan yine olmaz.

En iyisi bir yere koymamak ama...

Ama gel gör ki, olaylar her zaman akıl-mantıkla gelişmiyor.

Şöyle oluyor: Duygulara mantık aranıyor...

Nasıl mı?

Şimdi size bana gelen bir mail’i aktaracağım... Ama paragraf aralarına girerek...

Bakın adam diyor ki:

n “Yakışıklı ve güçlü biriyim. Güzel tanımı yapıldığında, bunların en azından yirmisiyle vasıflandırılmış nitelikte bir eşim var... Başımı göğsüne dayayıp ağlayabileceğim tek insan... Birlikte yaşlanmayı arzu ettiğim insan... Çocuklarımın annesi...”

Ne güzel değil mi? Allah herkese böyle koca versin diyorsunuz...

Duruuunn... Acele karar vermeyin. Daha anlatacakları var beyefendinin...

“Her yatağına girdiğim kadın bunları biliyordu... ”

A-ha! Nasıl yani? Hani seviyordun karını...

“Beni buna iten sebebi soruyorsunuz tabii...”

E, onu da soracağız ama önce “madem eşini seviyorsun başka kadınlara niye gidiyorsun” u sorsak!

“Beni cezbeden muhakkak bir güzelliği oluyordu.. Bahsettiğim güzellik bazen bir huy, bir davranış biçimi olabiliyordu. İnsan tanımadığı bir şeyi aramaya çıkmaz ki! Bazen başka birini mutlu etmek için, bazen de kendimi... Her seferinde mutlu da oldum gerçekten...”

Ha, öyle kime denk gelirse yani... Eli güzel beli güzel, sesi güzel ben şunun bi tarihine geçeyim durumu...

“Tam 22 yıldır evliyim. Eşimden veya herhangi bir insandan beni anlamasını beklemiyorum. Sadece kendimi aldatmak istemiyorum.”

Ha, başkalarını aldatırım ama kendimi asla! diyorsun. Ama bana sorarsan “seviyorum” diye sen kendini aldatıyorsun ya, neyse...

“Korkularım elbette var... Yakalanıp eşimi kaybetmekten korkuyorum...”

Benden duymuş olma ama insanın korktuğu başına gelir biliyorsun.

“Hâlâ sevdiğim kadın...”

Hoop!!!

İşte orada dur biraz.

“Hâlâ bir akşam yemeğinden sonra, sabırsızca eve koşuyoruz... Bilmem anlatabildim mi?”

Hayır.

Ben anlamadım.

Aldattığını anladım da, bu arada eşini nasıl sevdiğini anlamadım.

O sevgi değil de başka bir şey olmasın?

Yani insan gerçekten sevdiğini aldatır mı?

Daha doğrusu;

Buna gerek duyar mı?

Yazının devamı...

Ben bu Türkiye’yi özledim

İki ya da üç hafta önceydi...

Başbakan’ın o gün İzmir’de mitingi vardı. Bir pazar günü...

İşte o gün Yılmaz Özdil bir yazı yazdı. (*)

Kiminin gözünden kaçtı, kimi benim gibi çıktısını alıp masasına koydu, kimi de bütün tanıdıklarına yolladı...

Aslında yazdığı İzmir’di. İzmirli’ydi...

Ama gel bir de bana sor; orası neresiydi?

Ben İzmirli değilim.

İzmir’i ve İzmirli’yi onların kendilerini başkalarından ayırt ettikleri kadar ayırmam. Hatta biraz mesafeyi tercih ederim.

O halde bir İzmir yazısıyla ne işim olur ki?

Anlatayım...

Ama önce yazıdan biraz alıntı vermeliyim...



“Paraşüt kulesinden atlamayana kız vermezler; kızlarımızı da tavlayamazsın ha... Canı çekerse, o seni tavlar! Liseye giden kızının erkek arkadaşının olması kasmaz babaları; kendilerinin de kız arkadaşı vardı lisede... Bak iddia ediyorum, okey şampiyonası düzenlense, İzmirli kadınlar alır kupayı... Erkekleriyle kahveye giderler çünkü... Şaşırdın di mi? Al buna da şaşır, nargile içerler... Askılı giyerler, şortla gezerler, öküz gibi bakarsan, bi çakar, bi de duvardan yersin... Gönül Yazar’ız, Sezen Aksu’yuz; bir gül takıp da saçlarına, çıktı mı deprem sanırdın kantosuna, Karantinalı Despina’yız... Sensin Varoş! Biz tenekeli mahallede bile el ele gezeriz.



Gülümseriz.



(...) Siz sembol diyorsunuz ama, saat kaç diye Saat Kulesi’ne bakanı bulamazsın, altında buluşanlar bile zahmet edip kafasını kaldırmaz, birbirine sorar saati! Rahatızdır... Çocukları Kemeraltı’da kaybederiz, alışverişe devam ederiz, esnaftan biri bulup getirir, çıkışta Kemeraltı Karakolu’ndan alırız... Ağlayıp zırlamak bi yana, çoğu dondurmayı bitirmediği için ayrılmak istemez karakoldan, iyi mi... (...)



Özetle, arızayız!



(...) Zeybek duyduğumuzda, içimiz cız eder, kalkar oynarız. Hasan Tahsin orada, Kubilay orada, Latife Hanım orada, Zübeyde Hanım bize emanet bize... Mustafa Kemal de, ağlar kadınlarımız... Sokak sokak, bulvar bulvar, Milli Mücadele Müzesi’dir... İstanbul’daki gibi Birinci Ahmet Çeşmesi falan yoktur orada... Ankara’daki gibi Cinnah Caddesi, Arjantin Caddesi de bulamazsın pek... Recep Tayyip Erdoğan Kavşağı’nı teklif etmez hiç kimse.”



Ben bu yazıda neyi fark ettim biliyor musunuz?

Özlediğimi...

Bu Türkiye’yi özlediğimi...

Sevgi, umut dolu, neşeli Türkiye’yi...

Yılmaz Özdil’in tarif ettiği şehirde ben ne buldum biliyor musunuz?

Gelişen, kendisiyle yarışan, hırslı Türkiye’yi...

O İzmir yazısında ben Türkiye’nin bütün şehirlerini gördüm.

Ve ben bu Türkiye’yi özledim...

Bana umut veren Türkiye’yi...

Gülümsemeyi...

O günden beri, canım sıkıldıkça, içime kasvet bastıkça ki çok basıyor, o yazıyı okuyorum.

Çünkü onunla

Umut buluyorum...

Meydan okuyorum...

Öyle bir duygu işte;

Ben bu Türkiye’yi özlüyorum...

(*) Hürriyet, 15 Mart 2009 Pazar

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.