Şampiy10
Magazin
Gündem

Olmasın daha iyi...

Değişiyor...

Size söyleyeyim, değişiyor...

Ben bu değişimin kokusunu alıyorum.

Ayak seslerini duyuyorum.

Topuklu ayakkabılardan gelen sesi...

Tıkkıdı tıkkıdı...

Yere biraz daha sağlam basan, daha tok bir ses.

Çok açık ve net yazacağım:

Kadınlar değişmeye başladı.

Siyasi konjöktüre adapte edecek olursak; açılımı yaptı, kendi üzerine düşen tavizi verdi, belki de daha fazlasını...

Hoşgörüsü de tavan yaptı...

Çapkınlık yapanı bile affetti, hiçbir ceza vermeden eve aldı...

Ama...

Bir baktı ki...

Karşı taraf nanay...

Ne tavizi...

Ne hoşgörüsü...

Ne barışı...

Ohoo...

Kadınların vericiliğini kullanmaktan, sadece kendi bencillikleri için kullanıp kullanıp atmaktan başka hiçbir şey yapmadılar...

Bunlar veriyor nasıl olsa diye daha fazla istediler...

Öyle de olsa, böyle de olsa veriyorlar diye hor kullandılar...

Hııı...

Sonuç?

Sonuç işte o benim duyduğum ayak sesleri...

Tıkkıdı tıkkıdı...

Arkadaşlar...

Anladığım kadarıyla yeni bir dönem başlıyor:

“Olmasın daha iyi!” dönemi...

Hatta...

“Aman olmasın daha iyi” dönemi...

Böyle olacaksa hiç olmasın daha iyi manasında...

Artık o kadar bıktılar ki...

Bir zamanlar çıtalarını iyice alçaltıp “Biri olsun da nasıl olursa olsun” diyen kadınlar bile...

Her şeyi tamam ama hayatında sadece güzel bir ilişki arayanlar...

Bir ilişkiyi bir erkeği hayatının kurtarıcısı gibi görenler...

Maddi destek umanlar...

Şefkat almak için cinsellik verenler...

Sadece seks peşinde olanlar...

30-40 yıllık evliler bile...

Bıktılar artık!

Erkeklerin hallerinden tavırlarından bıktılar...

“Aman hiç olmasın daha iyi” noktasına geldiler...

Nihayet!

Üstelik buna inanıyorlar.

Öyle laf olsun diye değil, gerçekten böyle düşünmeye başladılar.

Çünkü yaşadılar, gördüler ve duydular...

Ve bütün bunlar hiç hoşlarına gitmedi.

Özellikle de duydukları...

Kaç gündür diyorum ya hem yoruldu hem de umudunu kaybetti.

Artık mecburen de olsa kadınlar kendi kendilerine yaşamayı, oyalanmayı, mutlu olmayı öğrenecekler...

Beyler benden duymuş olmayın ama bu kış, şu sözleri duymaya başlayacaksınız, hazırlanın:

“Hedi len!”

Ama bunu da intikam gibi falan algılamayın.

Direnmeyin yani...

Belki de her şey normalleşiyor.

(Normalleşmenin ne olabileceğini de bir gün tartışalım mı?)

Belki de erkekler de artık toparlanıp kendilerine çeki düzen vermek zorunda kalacaklar...

Kadınlar başladı bile...

Kimbilir belki de her şey çok güzel olacak!

Yazının devamı...

Seni, ...kadar seviyorum...

Bir insan bir insanı ne kadar sevebilir ki?

Bazen ifade ettiği kadardır...

“Seni dünyalar kadar seviyorum.”

Canım kadar...

Şirinlik yapacaksa, “tuz kadar...”

Danalığı tuttuysa, “İskender kebap kadar...”

Narsistse, “senin yanında olacak kadar.”

Pesimistse, “beni istediğin sürece...” İçine kapanıksa sadece, “seni seviyorum...”

Genelde bu ahvaldedir değil mi?

Ama hissiz adamlarınki farklıdır...

Şekli farklıdır.

Yani sevgilerini ifade şekilleri...

Hatırlarsanız dananın biri, “seni o kadar seviyorum ki, kiminle yatsam seni düşünerek...” demişti.

Şimdi yeni bir replik daha geldi:

“Seni o kadar çok seviyorum ve bağlanmaktan korkuyorum ki, hep o kadar çok korktum ki sana bağlanmaktan, ateşli sevişmeyelim diye buluşmadan önce mastürbasyon yapardım!” !!!!!!!!!!!!

Al sana bir jübilelik daha...

Şimdi bu dananın danalığı sadece bununla kalmıyor tabii... Zaten bu cümleyi kurabilen birinin başka zamanlardaki tavırlarından ne beklenir ki?

Bakın ne yapmış?

* “Bir yılı aşkın süredir sevgi, saygı dolu, eğlenceli ilişkimiz bir gün aniden ‘ara istiyorum’ cümlesiyle bitti... Arabadaydık, telefonum çaldı, arayan birkaç saat önce ayak MR’ımı bıraktığım doktordu. ’Ayağınızı kırmışsınız’dedi... Şaşırıp kapattım. ’Ayağımı kırmışım’dedim. ’Ara istiyorum’dedi. Ayrıldık. Hakaret yok, bağırma çağırma yok. Tek hissettiğim, onu çok sevdiğim ve üzgün olduğum... Ayrıldık. Bir ay sonra eşyalarımı getirdi, eşyalarını aldı... Birlikte gidip tekila içtik.

Kendimi saklamadım. Ayağım kırık, işsizim, parasızım, en kötüsü ayrıldık, üzgünüm dedim. Hani filmler vardır, filmin başında kadının hayatı dağılır ve biz bütün bir film boyunca onun hayatını toparlamasını seyrederiz, işte ben filmin başındayım dedim...

On beş gün sonra ablası aradı. Biz ayrılalı bir buçuk ay olmak üzere... Babalarına organ nakli için karaciğer bekleniyordu. Bütün o sürecin tanığıydım. Kan listesindeydim. Gel, organ bulundu, ameliyata alınmak üzere dedi.

Gittim. Onunla karşılaştık. Selamlaştık. Kanımı verdim ama grip gibiydim ve kan değerlerimde de gözüküyordu. Kimi çağırabilirsin deyip, arkadaşlarımın isimlerini sıraladı. Çağırdım. O kan bankası bölümündeydi, ben kantinde. Kendi kendime oturuyordum. Aradı, ‘bahçedeyim’ dedim. Geldi, ‘burada olmandan rahatsız oluyorum’ dedi. Pardon, arkadaşımı çağırttırdın, onu bekliyorum. Baban yukarıda yaşam savaşı veriyor, aramızda olan şeyden çok daha önemli bir şey yaşanıyor yukarıda, seninle kavga etmeyeceğim dedim. Arkadaşım geldi, kanını verdi, birlikte çıktık.

Aynı gece ablası vefat haberini verince, hastaneye, kovulduğum hastaneye geri dönüp başsağlığı diledim ve orada eksik parçalar tamamlandı. Sevgilisi vardı ve oradaydı, birlikte arabaya binip gittiler.

Bir de bu adam ayrılırken ‘özgür kalmak, biraz kendimle olmak istiyorum seni seviyorum, hiçbir problemimiz yok’ diyerek ağlamış ve bu acıklı cümleye şunu eklemişti: ‘Seni o kadar çok seviyorum ve bağlanmaktan korkuyorum ki, ateşli sevişmeyelim diye buluşmadan önce mastürbasyon yapardım’ !!!!!!!!!!!! Bu kadar acayip sapık bir ayrılık cümlesi duydunuz mu?”

Valla ben duymadım...


Yazının devamı...

Ya doğruysa...

Jübile erkeklerine devam ediyoruz ama bir farkla...

Demiştim ya, bunu aşan çıkmaz herhalde diye, gerçekten de çıkmadı.

Bir-iki hikâye geldi ama ı-ıh, beni şaşırtmadı...

Hiç kimse kendisini uzaylı temsilicisi sanan dana kadar olamadı...

Ama yorumlarıyla beni şaşırtanlar var tabii...



* “Yuh artık! Kurban olayım ben kendi danama hehehe... En azından aşina olduğumuz danalıklardan mustarip. Beterin beteri var demek.”

Bak dikkat et, seninki de Temsilci Yardımcısı falan çıkmasın! Ya da Mütevelli Heyetinde falandır...

* “Kitaplığı yerleştirirken de mi anlamamış?”

Ya, kitap yerleştireceğine başka işler yapsalarmış belki anlardı da!

* “Tüh yaa tam (kalbini verecekken, nerden çıktı uzaylılar...”

En heyecanlı yerinde di mi? Bir de gerçekten uzaylı gücü varmış ve muhteşemmiş mesela... Hiç bilmediğin tatları... Abartmayayım...

* “Ya doğruysa...”

Al işte! Adresini vereyim de, git bi yat istersen. Ama sonra bize de anlatacaksın!

* “İyi de ne var bunda anlamadım ki...”

A-ha! Uzaylı bu galiba... Pardon Temsilci... Yok, biz de burada aşktan falan bahsediyorduk...

* “İyi bir adam normal değildir, normal bir dana iyi değildir. Gencim güzelim, işim var, evim var, eşim yok. Ooof bu gidişle de olmayacak...”

Ya aslında şu Temsilcilik işini küçümsememek lazım. Maaşı iyiyise... Ha, uzun yolculuklar olabilir, ona da katlanırsın artık!

* “Önemli bir ekleme: Bir akıl hastası ’dana’değildir, acilen tıbbi tedaviye ihtiyacı olan zavallı bir insandır. Elmalarla armutları karıştırmayın lütfen...”

Tamam, pardon özür dilerim. Danaların hakkını her zaman korumuşumdur. Bir danaya asla deli dedirtmem. Denecekse de ben derim! Ama başkası asla!

* “Erkeklere düşmanlığınız daha ne kadar devam edecek? Yoksa siz jübilenizi yaptınız da, biz mi bilmiyoruz?”

Sanki her şeyimi biliyorsun da! Belki bir uzaylıylayım ben de! Siz burada zevk alacaz diye bin takla atarken, ben...

* “Yazının başında bu uzaylı galiba deyivermiştim.”

E sende de sıkı hayal gücü varmış! Ama bence bunu kadınlarla paylaşma!

* “Hatunlar böyle ufolu cinli perili hikâyelere bayılır, sabaha kadar beklesin işte gelirler belki. Bu mu jübile?”

Aramızdaki fark bu işte. Kadın ‘Ben uzaylıyım’ dese, danalar ellerini ovuşturarak ‘Ohhh bu birazdan verir (kalbini)’ der.

* “Benim de vücuduma sisli bir gece yarısı Alien gibi bir uzay yaratığı girdi ve yerleşti, gerçekten. Yaşamını beni kullanarak idame ettiriyor. İsteklerinin ve arzuların ardı arkası kesilmiyor. Görmek isteyen kadın arkadaşlara bu yaratığı gösterebilirim, gerçekten. Üçümüz yemek de yeriz, ben ısmarlarım. Size albüm de yaparım.”

Hani yemekteyken adam tuvalete gitmiş, dönüşte kadına sevdiğim bir tanıdığı gördüm, yemekten sonra seni de tanıştırayım demiş ya...

* “Yatmak için o kadar süre hiç sorun çıkartmayan adamın manyak olduğunu anlamalıydı. Normal erkek ister. İstemeyenden korkun.”

Ne istemiyon oğlum? Uzaylı mısın, nesin? Git ya... Bulaşma bana... Şeklinde... Mi?

Bu kadının en yakın kadın arkadaşı:

* “Artıyı eksiyi yan yana koy, bu adam kaçmaz. En azından uzaylıyım dememiş, temsilciymiş, bence vazgeçme.”

Ben korktum sizden...

Hepiniz mi uzaylısınız, nesiniz yaa...

Yazının devamı...

Jübile erkekleri (2)

Bu böyle sürüp gidermiş! “Jübile Erkekler (98)” diye...

Aman yaa, aman!

Bu son olur umarım...

Zaten bunu aşan bir hikâye daha çıkacağını sanmıyorum.

Hem de hiç sanmıyorum...

Şimdi anlatacağımı...

Asıl bomba bugün demiştim ya, onu...

Hazır mısınız?

Önce karakterleri tanıtayım.

Kız, iyi bir eğitim görmüş, güzel, sosyal, gayet iyi bir işi ve geliri var, 35-36 yaşlarında...

Yani her şeyi tamam sadece iyi bir ilişkisi yok.

O da olsa, tam süper olacak!

Daha önce deneyimleri olmuş ama işte hep aynı hikâye...

Ya adam aldatmış ya o adamı sevememiş, ya öyleymiş böyleymiş falan...

Olmamış bir türlü...

Adam da hoş. Süper değil ama yakışıklı, onun da iyi bir işi ve geliri var, sosyal, cimri değil. Boşanmış.

Adam hakkında şimdilik bunları biliyoruz, biz kız tarafıyız o bakımdan... Ama şunu da biliyoruz ki, dana değil. Dana!

Nasıl değil?

Yani öyle telefor açmamalar, ortadan kaybolmalar, bencillikler falan yok.

Şimdi bunlar bir partide tanışıyorlar. Tıpkı deodorant reklamlarındaki gibi birbirlerini fark ediyorlar...

Sohbet çok tatlı...

Hiç susmadan, gülerek falan...

Gecenin sonunda adam, “Ben seni bırakayım” diyor.

Aaa.. O da ne?

Aynı sitede oturuyorlarmış meğer!

O gece sohbet balkonda sabaha kadar devam ediyor. Sabah fırından sıcak ekmek alıp kahvaltı etmeler falan...

İlk geceden yatma yok.

Üstelik adamın da bu konuda acelesi yok.

O tanışma gecesinden sonra 3 ay neredeyse rüya gibi...

Yine her şey gerçek olamayacak kadar güzel gidiyor.

Her akşam birinin evinde yemek yapmacalar, pazar kahvaltıları...

Birlikte kitaplık yerleştirmeler...

Aşkla arkadaşlığın birlikte ilerdiği bir ilişki...

Daha ne olsun?

Hıı... Tabii, tabii...

Ama hâlâ yatmadılar...

(Biz de sürekli tembih ediyoruz, “sakın yatma” diye...)

Hayır, hiç öyle sandığınız gibi adam iktidarsız falan değil.

Sonra bir hafta sonu kamp yapmaya karar veriyorlar.

Nefis bir yaz akşamı...

Çadırın içinde ikisi, şarap, yıldızlar, baykuş sesleri romantizm tavan yapmış!

Öpüşüyorlar falan ama daha ileri gitmiyorlar... Bizim kız, “şimdi, burada olmasın” diyor. Adam da, “tamam” diyor.

Hem “tamam” diyor hem de gerçekten de yeltenmiyor!

İkisi de uzanmış sohbet ederlerken kız, “Bundan önceki iş yerinden niye ayrıldın?” diye soruyor...

Bundan sonrasını diyalog olarak yazmak istiyorum:

- Bunu sana şimdi söyleyemem.

- Neden?

- Henüz erken.

- Neye erken?

- Henüz bunu duymaya hazır olmayabilirsin...

- Bak, beni iyice meraklandırdın şimdi. Söyle artık!

- Peki ama sadece birazını anlatabilirim.

- Tamam, anlat.

- Bana göründüler...

- Ne göründü-ler?

- Bir gece ışık hüzmeleriyle odama girdiler...

- Kimler girdiler???!!!

- Uzaylılar...

- Heh heh hee... (Şaka yapıyorsun gibilerinden.)

- O geceden sonra ben onların temsilcisi oldum.

- ???

- Her gece geliyorlardı.... Hatta eski karım da buna kaç kere şahit oldu.

- ???

- Sürekli irtibattayız...

- !!!!


Gece yarısı, ormanda, onunla...

Yuh! Hiç mi anlamadı diyorsanız, hayır anlamamış!

Sanki siz bütün danaların danalığını anlıyorsunuz...

Ayrıca büyük konuşmayın!

Yazının devamı...

Jübile erkekleri...

Bazı erkekler vardır insanın özgüvenini yok ederler...

Toparlanman zaman alır.

Bazıları da başkalarına olan güvenini sarsar...

Bazıları seksten nefret ettirir...

Bazıları aşka inancını kaybettirir...

Bazıları insanı şefkat arsızı yapar...

Daha sayabilirsin...

Ama...

Bazıları da var ya, insanı tümüyle erkekten soğuturlar...

İşte ben bunlara “jübile erkekleri” diyorum...

Yani ondan sonra artık gözün erkek merkek görmez.

Görmek istemez...

Şöyle anlatayım:

Ona kadar idare edersin.

Ne bileyim; kimi cimridir, pistir, titizdir, kıskançtır tam tersi vurdumduymazdır...

Hatta aldatır falan...

Ama umudunu kaybetmezsin.

O kelimeyi söyleyecek duyguyu ve gücü kaybetmezsin:

“Next...”

Moralin bozulur, üzülürsün, kendini çok kötü hissedersin; aşağılanmış veya değersiz...

Bu durumun hiç geçmeyecek zannedersin ama zamanla yaraların iyileşir, eski neşeni bulursun...

Eninde sonunda bulursun.

Ha süresi değişir, o ayrı...

Ama bunlar var ya, dedim ya insanı erkekten soğuturlar.

Umudunu tamamen ve süresiz olarak yok ederler.

Ondan sonra erkek, ilişki, aşk lafını duyduğun yerde kafanı çevirirsin.

Başına gelmesini bırak, sırf duymakla bile senin de umutların tükenmeye başlar.

Bunlar yeni türedi...

Belki eskiden de vardı ama bu kadar fazla karşılaşmıyorduk...

Kimbilir belki de anlatılmıyordu.

Öyle aldatan, döven, yalan söyleyen, kıçı başı ayrı oynayanlardan bahsetmiyorum.

Tabii ki onları kabul etmiyoruz ama biraz klasikleştiler...

Şimdi çıtayı yükseltmeye başladı bunlar.

Ha, atlayıp öteki tarafa geçebilecekler mi?

Sanmıyorum.

Kim bunlar? Ne yaparlar?

Ne yaparlar da jübile erkeği olurlar?

Şimdi size gerçek bir hikâye anlatacağım.

Bir davette tanışıyorlar...

İlk görüşte birbirlerinden hoşlanıyorlar. İkisi de bekâr. İkisinin de iyi birer işi var. İyi kazanıyor, iyi yaşamasını biliyorlar. Denkler yani...

Adam kıza gayet ilgili; çiçekler, telefonlar, yemekler yapmacalar falan...

Her şey gerçek olamayacak kadar iyi aslında!

İki ay sonra kızın iş için yurt dışına gitmesi gerekiyor.

Adam hemen atlayıp “Şunun tarihini iki gün sonraya al, ben de gelirim, hafta sonunu da birlikte orada geçiririz. Gezer eğleniriz” diyor.

Ohh! Ne güzel değil mi?

Hı, göreceksiniz şimdi güzeli...

Kız da gayet memnun tabii, “Tamam o zaman” diyor. Randevularını, biletlerini, rezervasyonlarını ona göre ayarlıyor.

O son hafta her akşam orada neler yapacaklarının hayalini kuruyorlar.

“Şuraya gideriz, burada şunu yeriz, oradan şunları alırız” vırt zırt...

Ertesi gün yola çıkacaklar...

Akşam kız adamı arıyor.

Yok, cebini açmıyor.

Biraz bekliyor, arar diye...

Yok.

Evden arıyor.

Yok.

Bir daha arıyor...

Yok.

Bir daha...

Yok.

Ertesi sabah?

Yok.

İşte, evde, cepte...

Adam yok.

Adam hâlâ yok.

Nedir bu yahu?

Ne?

Ha, tabii ki istese işine, evine gidip adamı bulursun ama...

Ama ne yazar?

Mesela böyle biri...

İnsanı erkekten soğutmaz mı?

Asıl bomba yarına...

Yok böyle bir hikâye...

Yazının devamı...

Onun kaçacağı varmış!

“Cumbul ajanlık yaptı, Behlül evden kaçtı!”

Haber bu...

Biraz daha ayrıntı vereyim:

n “Tatlıtuğ cep telefonunu karıştırıp mesajlarını okuyan Cumbul’u suçüstü yakaladı. Daha önce de Facebook ve MSN yazışmalarının Cumbul tarafından okunduğundan şüphelenen Tatlıtuğ, son olayla birlikte ilişkisini bitirmeye karar verdi. Evi terk eden Tatlıtuğ, Cumbul’dan gelen özür telefonuyla ilişkisine son bir şans verdi.”

O son şansı Meltem hanım vermiş gibi ama...

Ama bizim derdimiz Meltem Cumbul’la Kıvanç Tatlıtuğ değil.

Aynı durumu yaşayan binlerce Meltem ve bir o kadar da hatta biraz daha fazla Kıvanç yok mu?

Var.

O halde biz de onlardan birine takılalım...

Ajanlık yapan herhangi bir kadına...

Bir kadına ajanlık yaptıran bir danaya...

Baştan söyleyeyim;

Bir kadın boşu boşuna ajanlık yapmaz.

Boşu boşuna yaptığı bir sürü şey vardır da...

Öyle durup dururken, “Dur bi bakiim benim dana ne işler çeviriyor?” demez.

Bir kadın, içine kurt düşmeden bunu yapmaz.

Bir şey söyleyeyim mi?

Erkeğin bir halt yemediği her halinden anlaşılır.

Tıpkı dananın karışık işler içinde olduğunun her halinden anlaşılması gibi...

Dışarıdan bakınca üzerine ışık tutulmuş tavşan gibidir bunlar.

Tavşan mıydı?

Danalara ışık tutunca ne yaparlar acaba?

Yani o kadar nettir halleri...

Üçüncü kişiler hemen anlar.

Anlar da söyleyemez.

Ama bir kadın ajanlık yapmaya başladıysa...

Mutlaka bildiği ya da hissettiği bir şeyler vardır. Ve maalesef doğru çıkar.

Üstelik de nokta atışı yapar.

Yani kimden şüpheleniyosa yakaladığı mesaj ondandır. Yazışmalar da onunladır.

Ha, seksi bir yazışma olmayabilir.

Ama hedef tutmuştur.

Odur...

Evet, bir kadın boşu boşuna ajanlık yapmaz.

Boşu boşuna olan, ilişkiyi sürdürmesidir.

Ama bu danalar kendilerinden o kadar emindirler ki...

Kısa bir süre için de olsa inandırıcı olabilirler...

Hani şey gibi, bir yalan söyleceksen önce kendin inanmalısın diye bir laf vardır ya, (Vardır değil mi?) aynen öyle...

Kendilerini inandırdıkları için mi ne, kadını da inandırırlar...

Böyle gitmeye kalkmalar falan...

Gittir git diyeceksin aslında!

Ama olmaz.

Kadın biraz da, ona inanmak ister.

İlişkilerinin bundan sonraki evreleri, kadının aklından geçenlerle orantılı olarak sırasıyla şöyledir:

“Kesin bir şeyler yapıyor. Yakalarsam...”

“Belki de yapmıyordur.”

“E, yapsa niye benimle hâlâ birlikte olsun ki?”

“Ben de abarttım galiba...”

“Ne? Onunla mı? Fotoğrafları mı var? Ama!!! Ama...

Anlamıyorum niye benimle sürdürdü ki? O zaman ayrılsaydı?”

Bir erkek daha ne ister ki?

Neden?

Neden?

Neden?

Bu soruların hiçbirinin mantıklı bir cevabı yoktur.

Sorsan, dana ya susar ya kaçar.

Ha, kaçmasının bir sebebi vardır ama...

Onun kaçacağı varmış!

Yazının devamı...

Anahtar sadece anahtar değildir...

Bu sevgiliye anahtar verme meselesi var ya, hiiç öyle basit bir konu değil.

Baksanıza her kafadan bir ses çıkıyor.

Hepsine bir cevabım var tabii...

l “Ne anahtarı ya! Bin kişiden birinin bile sadece kendine ait evi var da anahtarı olsun! İtalya’da, Yunanistan’da bile gençler ailelerinin yanından ayrılmak istemiyor.”

Onun için ilişkiler b.ktanlaşıyor ya! Ona bakarsan eve de gerek yok! Bir laptop’un olsun yeter. Yakında laptop’lar da kadın/erkek şeklinde olacak, onunla yaparsınız artık!

* “Aman ha diyeyim.. Kimse kimseye anahtarını vermesin, verdiğin anda her şeyin rengi değişir. Hesap sormalar, baskılar, nerdesin be demeler.. Ne özgürlüğün kalır, ne rahatın. Kendi evinin efendisi ol, anahtarın cebinde, rahatın yerinde.. Bence yani...”

Sen ya evlisin ya da bekârsın ama sevgilin yok. Biz de biliyoruz da... Mesele nasıl vermeyeceksinde! Anahtarı!

* “Kalbimin anahtarı al sende kalsın / Senin gibi güzel hep orda kalsın / Sen sevilecek tek kadınsın / Bırak aşkın kalbimde kalsın.”

Bana mı diyo? Yok canım, kalsın! (şaka şaka)

* “Önemli olan verilen anahtarın niteliği.. Ya maymuncuk çıkarsa endişelerimizi nereye koyacağız?”

Sen de dikkat edeceksin, çakma anahtar kullanmayacaksın.

* “Anahtarı alan bir kadın ise evdeki çamaşırları yıkamayı, temizliği, ütüyü yapmayı da kabul etmiş sayılır. Erkek ise, kadının evine istediği saatte gecegündüz gelme hakkını alır.”

Süpersin. Peki neden kadınlar hâlâ anahtar peşinde?

* “Bence her ikisi de zor. Ama almak daha kolay gibi. Verebiliyosan güveniyosun demektir. Güveniyosan seviyosun demektir. Bu böyle sürer gider, bitirmek istediğinde de alırsın anahtarını yola devam edersin..Tak sepeti koluna herkes kendi evine.”

Bari tak sepeti beline deseydin, kafiye olurdu. Ama anladığım kadarıyla çok kolaydı çünkü! Hadi anahtarı nasıl geri aldığını anlat da eğlenelim biraz. Konuşmaya bile kalkışmadan “Aliim canım anahtarları...” seviyesindesin galiba...

* “Herkesin anahtarı kendinde kalsın. Eğer çok birlikte olmak istiyorlarsa aynı evi paylaşsınlar o zaman anahtar sorun olmaz.”

Kalbimi yumuşattın. İçimden seke seke yürümek geldi. Her şey çok güzel olacakmış gibi geliyor... Bu ne güzel pozitiflik yaa... (Dalga geçmiyorum.)

* “Anahtarı vermek doğru bir davranış değil. Nikâh yoksa anahtar da yok. Hani bi söz vardır, ’Yüz verdim Ali’ye geldi mıçtı halı’ya’Bu işin mokunu çıkarır o yüzden vermeyeceksin, kalbini vermiş bile olsan :)))”

Sen var ya... Yeşim Salkım mısın nesin? Ders almak lazım senden!

* “Dilek hanım siz anahtarınızı kaç kere verdiniz bunu çok merak ediyorum lütfen açıklayın.”

Olur. “Vermedim de, çok anahtar almışlığım var” dermişim!!! Yukarıdakinden havaya girdim de!



Evet, herkesin bir fikri var da...

Peki ben nerede takıldım kaldım?

Nasıl vermeyeceksin?

Anahtarı yani...

Yazının devamı...

Anahtar teslim hayatlar

Evet bugün yeni bir dosya açıyorum...

Araştırma dosyası...

Yok, araştırma değil de, biraz karıştırma dosyası gibi...

Yani konumuz hafif zor:

“Anahtar ne zaman verilir?”

Kalbinin malbinin anahtarından bahsetmiyoruz, harbi evinin anahtarı...

Şıngır şıngır...

Sallaya sallaya...

Güzel ahahtarlıkla beraber hem de!

Ne zaman verilir?

Ha, verilmeli mi o ayrı konu... (Anahtardan bahsediyoruz hâlâ!)

Aslında ayrı konu falan değil. Cevabı basit: Verilmemeli de...

Bir saatten sonra olmuyor işte!

Ya mecbur kalıyorsun...

Ya mecbur ediyorsun...

Bir şekilde veriliyor yani...

Ne şekilde peki?

Ne şekilde, ne zaman ve nasıl?

Şimdi size gerçekleri yalnızca gerçekleri anlatacağım...

İsterseniz soru cevap yapalım.

Sizin yerinize sorayım, kendi yerime cevaplayayım...

(Delirdim mi ne?)

Başlıyorum...



* “Bu, süreyle mi ilgilidir?”

E, biraz. İki senedir çıkıyor, birbirinizde kalıyorsunuz ve hâlâ herkesin anahtarı kendi cebindeyse... O adamı/kadını terk etmenin zamanı gelmiş demektir.

* “Güvenle mi ilgili?”

Evet ama kendine güvenle...

* “Yoksa samimiyetle mi?”

Hiç alakası yok. Her samimi(!) olunana anahtar yaptırılacak olsa...

* “Yattıktan sonra verilmeli mi?”

Dedik ya, bunun samimiyetle alakası yok! Çok samimi olman lazım.

* “Kaç kere yattıktan sonra?”

96 kere! Yok, sen kafaya takmışsın, vereceksin.

* “Anahtar teslimi diş macunundan önce mi sonraya mı rastlar?”

Akabinde... Yani diş macununu banyoya koyduktan en fazla 6 ay sonra anahtar verilir. İsteyerek veya istemeyerek!

* “İnsan evinin anahtarıyla birlikte hayatının da anahtarını vermiş olur mu?”

Evet.

* “Ya anahtarı almazsa...”

Gittirsin gitsin o zaman.

* “Anahtarı vermek özel bir anlama gelir mi?”

Veren için değil ama alan için daha manalıdır...

Bir de madalyonun öteki yüzü var tabii...

Ya öteki taraftaysan...

Sen anahtarı veren değil de, alacak olansan...

Sanki bu durum daha fena gibi...

Almak istesen bir türlü, istemesen başka türlü...

Düşünsene hiiiç aklından bile geçirmezken sana anahtarını veriyor... Hem de seremonik hareketlerle...

S))

Ya da çok istiyorsun ama onun tındığı yok! Hatta bir yere giderken bile anahtarını arkadaşına veriyor. Sanki sen bir bitmişsin gibi!!!

Bit hayvanı... Bitmekle alakası yok yani...

Gerçi biraz daha vermezse bitecek ama...

Bilmiyorum, karar veremedim;

Almak mı zor, vermek mi?

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.