Şampiy10
Magazin
Gündem

Ben nerede yanlış yaptım?

Böyle bir şarkı vardı ya, “seviyorsundur sandııımmm” diye devam eden...

Şimdi de kadınların yataktaki yanlışlarını çıkarmışlar.

10 yanlış...

Dokuzuna yerim var, bakalım mı?

Ama hepsine bir cevabım olacak!


1. Anneliği hayatın merkezine oturtmak: Kuşkusuz annelik zevkini tadan her kadın için çocuğu ve anneliği ön plandadır. Ama eşinizi de ihmal etmeyip, yatak odası sınırlarından içeri girdiğiniz anda kadınlığınızı öne çıkarmalısınız.

* Çalışmayı da, evi toparlamayı da; yemek, çamaşır, ütü falan onları da... Androidiz ya biz!

2. Bakımsız olmak: Evde bile olsanız özenli giyinmeye; saçlarınıza, cildinize ve vücudunuza ihtiyacı olan bakımı yapmaya; her daim güzel ve alımlı görünmeye özen gösterin.

* Sanki reklam filmi çeviriyoruz; istenmeyen tüylerden de arının de, tam olsun. Baksana... Keyfi yerinde her kadın kendisine özen gösterir...

3. Yeniliklere kapalı olmak: Sevişmeyi sadece partnerinizin ellerine bırakmaktan vazgeçin. Aktif olmaya, yeniliklere ve fantezilere açık olmaya çalışın.

n Oldu! Sonra da fahişe muamelesi görelim!

4. Partnerini dinlememek: Siz de partnerinin değişik fantezi tekliflerine daha dinlemeden “hayır” deme alışkanlığına sahip olanlardan mısınız? Bunu daha fazla sürdürmeyip, biraz da kendinizi akışa bırakmaya ne dersiniz?

* Oldu! Onların fanteziden anladığı tek şey var zaten (yazamadığım) onu da önce kendilerine yapmalı!

5. Kendiyle barışık olmamak: Neredeyse bütün kadınların kiloyla ilgili sorunları var. Aynaya baktığınızda kendinizden hoşnut olmaya, güzel yönlerinizi görmeye çalışın.

* O görmedikten sonra, ben görmüşün neye yarar.

6. Kadınlığını unutmak: Ona karşı çekiciliğinizi kaybetmemek istiyorsanız epilasyon zamanınızın gelmesi, kaşlarınızı almanız gerektiği gibi mahremiyet alanınıza giren konuları ona açmayın. Biraz gizemli olmak her zaman iyidir!

* Gizeme bak! O da günlerce, “Bu kız bu kaşları ne zaman alıyor?” diye merakından çatlar zaten!

7. Eşinin erotik film izlemesini sorun haline getirmek: Eşinizin bu isteğine, birlikte izleme teklifiyle giderseniz, hem onu şaşırtacaksınız hem de seks hayatınızı renklendireceksiniz.

* O renklendirecek demek istedin herhalde. Dünyada kadının zevk almasına yönelik porno çekildi de ben mi atladım?

8. Erkeğin isteklerini görmezden gelmek: Eşinizin sizin hoşunuza giden ön sevişme biçimlerini uygulamasını bekleyip onun için bir şey yapmıyorsanız, zamanla bu sevişmeler partneriniz için sıkıcı bir hal alacaktır.

* Onların ön sevişme biçimi mi var? Diş fırçalamak falan!!!

9. Odaklanma sorunu yaşamayın: Kadınların yaptığı en büyük yanlışlardan biri, eşleri ön sevişmeyi başlatmaya çalışırken, çocukların okul sorunundan ya da gün içinde iş arkadaşıyla yaşadığı bir problemden bahsetmeye çalışmak oluyor.

* Tabii kadın ne bilsin bunların diş fırçalarken konuşulmayacağını...

Yazının devamı...

“Az kullanılmış dul”

Birikmiş dergilere göz gezdiriyordum.

Tempo’nun kasım sayısında Prof. Dr. Ünsal Oskay’la ilgili bir dosya hazırlamışlar.

Öğrencileri, yakınları, tanıyanlar, ama küçük ama büyük bir anısı olan herkes onun başka bir yönünü anlatmış.

Nefis!

Tek kelimeyle nefis!

Okumaya doyamıyorsun.

Cemal Subaşı dosyayı çok güzel hazırlamış ama tabii ele aldığı kişi de Ünsal Oskay...

Pardon yani!!!

Birden bu kasvetli haberlerin içinden çıkıp apayrı bir dünyaya geçiveriyorsun.

Hani bir filmden veya bir sergiden çıkmışsın gibi...

Güzel bir kitap okumuşsun gibi...

Değişirsin ya, onun gibi...

Zekâya, neşeye ve bilgiye yaklaşıyorsun.

Keyifleniyorsun...

Şimdi herkes onun bir tarafını anlatmış dedim ya, Ekşi Sözlük’ten de 6-7 anektod almışlar.

Bunların birinde aynen şöyle yazıyordu:

“Öğrenciler:

- Hocam evli misiniz?

Ünsal Hoca:

- Az kullanılmış dul kullanıyorum.”

Demiştir, dememiştir; bunu bilemeyiz...

Ayrıca bence bilmek de istemeyelim...

Ha, bir de gereksiz feminizm ataklarına da girmeyelim; yani “kullanmak” kelimesine de takılıp kalmayalım...

Gelin, “Az kullanılmış dul”da duralım.

Az kullanılmış dul!

Ne demek acaba?

Tabii, “dul” aslında eşi ölene denir ama bu zamanda kimse o kadar beklemiyor...

O halde boşanmışları dul olarak algılayabiliriz.

Bu durumda soruyu tekrar sorayım mı?

Az kullanılmış dul ne demek?

Bir kere evlenip ayrılmış...

Ayrılmış ama henüz kimseyle flört etmemiş...

İlk çıktığı...

Ya da bu yüzden ayrılmışlar... Az kullanılma yüzünden!!!

Başka ne olabilir?

Ne olabilir, biliyor musunuz?

Yani asıl mesele...

Nereden bileceksin?

Hiiç şansın yok!

En “benim” diyen erkek bile bunu anlayamaz.

Nereden anlayacak?

Utangaç tavırlarından mı?

Tabii, tabii!!!

Ne yapacağını bilmez hallerinden mi?

Tabii tabii...

Yoksa sadece beyandan mı?

“Bir o, bir sen!” demesinden...

Tabii tabii... (Bir ben, bir sen, bir de ismini burada sayamadığım, yapımda emeği geçen herkes!)

Yani tabii ki, “her dul, her boşanmış kadın cozutur” demiyorum.

Hatta eminim ki, cozutanlar azınlıktadır...

Ama...

“Az kullanılmış dul” tabiri insanda intikam hissi uyandırıyor.

“Sen öyle san” gibilerinden...

Bir de şu var:

Bir erkek neden az kullanılmış dul arar ki?

Niye onu tercih eder ki?

Yazının devamı...

Rakam veriyorum...

Evet veriyorum...

Başka çare kalmadı, sonunda bu da oldu!

Rakam veriyorum.

Bir kadın aynı anda kaç erkeği sevebilir?

Kaç?

1?

2?

3?

3+???

Yok artık!

Bir yorumcumuz demiş ki:

- “Bir kadının (ayrı ayrı kadınlar olmak üzere) aynı anda iki kişiyi sevdiğine 3 kez şahit oldum.”

Bir dakika yaa...

Kim, kimi, kaç defa, ne yapıyor?

Havuz problemi gibi...

“Bir kadın bir seferde iki ayrı adamı aynı anda 3 kere seviyorsa, 3 adam bir kadını...” diyerekten...

Hayır, konumuz çok ciddi, lütfen!

Şimdi dün ben demiştim ki, “bir kadın aynı anda birden fazla adamı sevebilir.”

Tabii fırsat verilirse...

Dedim de, bir rakam vermemiştim.

Şimdi veriyorum... (Rakam!)

Tabii önce şunu kabul edelim; hangi kadın hatta hangi insan, etrafında onu seven süper insanlar varken (varsa tabii...) sevmez?

Niye sevmesin ki?

Sever.

Sever de...

Bu tabii biraz ütopik!

Yani en azından dün de dedim ya, konjonktür bakımından...

Gelin olaya biraz daha gerçekçi bakalım...

Soruyu da o hale getirelim:

“Bir kadın bir erkekle birlikteyken diğer adamlarla ne yapar?”

Ne işi olur yani?

Neyin peşindedir?

Bu, kadınına, ihtiyacına göre değişir.

Bazı kadınlar sadece flörtü sever.

Uzuun sohbetler eder, telefon sohbetleri; kıkırdar, kıskanır, kıskandırır, olaya biraz erotizm de katar.

Üstelik bunu bir kişiyle de yapmaz.

Evet, rakam veriyorum: En az 3, en fazla 5 kişi...

Oraya kadar her şey tam süperdir.

Ama asla vermez kalbini...

Zaten o aşamaya gelince kakara kikiriyi keser. Adamın gazı gidince yine başlar.

Bazısı da bunun tam tersine flörtten hiiç anlamaz.

Zaten amacı da kikirdemek falan değildir.

Vardır bir derdi onun da...

Ya intikam alıyordur ya gerçekten de eşinden veya sevgilisinden tatmin olmuyordur falan...

Her şeyi yapar ama flört asla!

Rakam veriyorum: 1 kişi...

Ama sabit 1 kişi de olabilir, her defasında farklı 1 kişi de...

Bir de, daha iyisini arayanlar vardır.

Elindekiyle yetinemeyenler.

Onların içlerinde hep şu duygu vardır:

“Ya daha iyisini bulursam!”

Bu his hiç geçmez.

Hani şey gibi, bir ev satmaya kalkışırsın daha ikinci gün biri istediğin parayı verir de, “Ya ucuza mı gidiyor, ne?” dersin ya, onun gibi işte!

Ne yapsın, elinde değil!

Yapısı böyle!

Onlar da, rakam veriyorum; 3 kişiyi daha alanları içine almaya çalışırlar.

Ama biliyorsunuz, hep söylerim...

Gerçi bunu danalar için söylerim ama...

Çokluk hiçliktir diye...

Nihilist miyim, neyim?

Yazının devamı...

Peki bir kadın aynı anda kaç erkeği sevebilir?

Aynı anda!

Hem de bizim yatağımızda! gibi bir şey...

Değil mi?

Ben mi duygusuz davranıyorum?

Duygusuzca, hoyrat!

Bak böyle söyleyince de biraz seksi oldu.

Pervasızca...

Bunu da eklersek tam süper olacak...

Hatta, “yaşandı bitti saygısızca” yı da eklersek al sana seviyesiz ama hiç unutulmayacak bir kaçamak...

Ama bizim konumuz bu değil.

“Bir erkek aynı anda kaç kadını sevebilir?”

Konu bu.

Yalnız, sevebilirden kasıt öteki değil, bu sefer gerçekten sevmekten bahsediyoruz.

Karışmasın.

Gerçi ha sevmek ha sevmek(!) bana göre aynı şey ama...

Geçen gün Mehmet Yılmaz, bir filmden yola çıkarak bu konuyu aynı başlık altında yazdı. Tabii hemen dikkatimi çekti.

O diyor ki:

“Bir insan zırt pırt âşık olduğunu söyleyebiliyorsa büyük olasılıkla aşkın ne demek olduğunu bilmiyor olmalı.”

“...Yani diyeceğim o ki, gerçekten âşık olduysanız, öyle hemen o duraktan bu durağa konamazsınız. Öyle görünüyor ki film yanlış bir soru soruyor. Şu daha doğru olabilirdi: Bir erkek, aynı anda kaç kadın ile birlikte sevgili ilişkisi yürütebilir?

Yanıtı kadınlar açısından üzücü olabilir ama yazmak zorundayım: Hatlar karışmadığı sürece sonsuz sayıda!”



Hayret!

Hayret çünkü bir erkekten beklenen bir itiraf değil bu.

Ama küçük de olsa açık kapı bırakıyor:

Nereden mi anladım?

“Öyle hemen o duraktan bu durağa konamazsınız” diyor ya oradan...

“Öyle hemen...” diyor.

“Hiç” veya “asla” demiyor...

Yani hemen olmasa da, “bir süre sonra neden olmasın?” gibilerinden...

Bilmiyorum, öyle diyor gibi geldi bana...

Madem o itiraf etti, be de edeyim.

Hatta ben iki şey birden itiraf edeceğim...

Hani sen bir adım at ben iki adım atarım diye saçma sapan bir laf vardır ya, onun gibi oldu ama, idare edin artık!

Birincisi şu:

Bence bir erkek aynı anda bir sürü kadını sevebilir.

Hele ki hepsinde ayrı bir güzellik bulduğu dönemdeyse...

Sever yani...

Gerçek aşk mı?

Onu bir kere yaşarlar...

Gençliklerinde, üniversite çağında falan...

Ondan sonrakiler hikâyedir...

İkinci itirafıma bir soruyla başlamak istiyorum:

“Peki bir kadın aynı anda kaç erkeği sevebilir?”

Tabii bu soruyu şu anki erkek konjonktürünü dikkate almadan soruyorum...

Zira epeydir bir tekini bile sevmek o kadar zor ki!

Yani bu şartlarda sayı vermek biraz zor ama...

Ama mesela farz edin ki...

Birini seviyorsun...

Sonra çok hoş biriyle karşılaşıyorsun ve sen de ona çok hoş geliyorsun.

Ama gerçekten hoş!

Ha, kendini tutarsın tutmazsın, o ayrı mesele...

Ama tutmazsan seversin...

Bu durumun ahlaki olup olmadığı da ayrı konu...

Ama “tutmazsın seversin” diyorum.

Var mı itirazı olan?

Yazının devamı...

Tut lafı yapıştır duvara

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay oldum olası bana tuhaf gelmiştir.

Sol taraftan dinci tarafa geçmesinden falan değil.

Fikirleri, düşünceleri mi?

Yoksa tuhaf olan tipi mi, karar veremiyorum.

Ne bileyim, garip olan yüzü galiba...

Böyle biraz poker face galiba...

Mimiksiz mi, ne?

Hıh buldum; şanslı tiyatrocu gibi...

Her role gider yani...

Trajedi de, komedi de oynar.

Oynayabilir...

Tamam yaa, buldum!

Tuhaflığı buldum.

Taa ne zamandan beri düşünüp duruyordum.

Ne zamandan beri biliyor musunuz?

Hani geçen sene Ordu’ya mı ne gitmişti de, karşılayanlar arasında Vali’yi göremeyince kıyameti koparmıştı. “Vay beni nasıl karşılamaz” diye...

Nedense ne zaman Ertuğrul Günay’ı bir yerde görsem gözümün önüne hep o kareler geliyor.

Makam arabasından inişi...

Vali’yi soruşu...

O yürüyüşü...

Bakışı...

İnsanları azarlayışı...

O edası...

O halleri...

Bak şimdi tiyatro deyince her şey şak diye yerine oturdu.

Günay, gerçek değil de, rol yapıyor gibi...

Hayalindeki bakanı mı oynuyor, nedir?

Yani hani Kadir İnanır’a vali rolü verseler, o da böyle oynardı herhalde...

Neyse, rol model olmasından iyidir.

İyidir ama...

Son söyledikleri de tuhaf...

“Biz bu Cumhuriyeti halklaştırmaya, seçkinlerin, bir avuç tuzu kurunun cumhuriyeti olmaktan, balo salonlarında kutlanan cumhuriyet olmaktan çıkarıp, halkın paylaştığı, halkın yönetimi haline getirmeye çalışıyoruz.”

Tut lafı yapıştır duvara... Artık hangi duvara yapıştırırsan!

Yani diyor ki, “Zenginler, seçkinler kutluyor, fakirler kutlamıyor.”

Edilecek laf mı bu Allah aşkına...

Nedir bu zengin düşmanlığı...

Eski Türk filmleri gibi!

Bütün zenginler kötü kalpli, seçkinler ve entelektüller anlaşılmaz ve anlaşılmadıkları için de komik mi?

Fakirler de sırf fakir oldukları için iyi!

Bu mu yani?

Hayır, ben de zengin değilim ama durup dururken de, hele ki cumhuriyet gibi bir konuda kimseye düşman da değilim.

Cumhuriyet düşmanlarının dışında...

Ne yani?

Şimdi de Cumhuriyet kutlamalarını mı ipotek altına alacaksınız?

Sen kutla, sen kutlama...

Sen zenginsin, kutlama!

Evet sen fakirsin, kutlayabilirsin.

Yok artık!

Bir de...

Şimdiye kadar “tuzu kuru” olmayanlar Cumhuriyeti kutlamıyorlar mıydı?

Ayrıca, o “bir avuç” tuzu kurunun balo yapmasında ne sakınca var?

Peki ilk ve sonraki Cumhuriyet Bayramlarını balo ile kutlayan kim?’

Atatürk.

Tuhaf!

Çok tuhaf...

Yok canım, yüzüyle falan alakası yok; fikirleri, fikirleri..

Yok yüzü..

Fikirleri mi yoksa?

Galiba buldum:

Fikirlerinin yüzüne yansıması...

Yazının devamı...

“Orada” iyiysen cennete...

İyi sevişen cennete gider”miş...

Bizde RTÜK’e gidiyor, o ayrı...

Aman ha, yanlış anlaşılmasın, bu benim tespitim değil. Polonya’da kitapları ve vaazlarıyla olay yaratan Peder Ksawery Knotz’un sözleri...

Peder’in adına bakar mısınız?

Ksawery!!!

Lehçede nasıl okunuyor bilmiyorum ama Türkçe okunuşu Peder’in vaazlaryla biraz çelişiyor gibi!!!

Ne verii, ne verii?

Ksavwery...

Heh heh hee...

Neyse, Şimdi bu peder, iyi sevişenleri Tanrı’nın ödülendireceğini iddia ediyormuş.

Nasıl ödüllendirecek acaba?

Daha da önemlisi, bu dünyada mı, yoksa yanına aldığında mı?

Hani “cennet de cehennem de bu dünyada” derler ya, ben buna biraz inanırım.

Ve ödülün bu dünyada (affedersiniz) verilmesinden yanayım...

Heh hee...

Tamam cıvıtmayacağım...

E, zaten iyi sevişmek başlı başına bir ödül değil midir?

Başka bir şeyin ödülü...

Yaptığın bir iyiliğin...

İyilik dedim de; bazı danalar vardır ya, bunun bir iyilik olduğuna inanırlar...

Yani şöyle anlatayım...

Çok da beğenmedikleri bir kadınla sevişirlerse ona iyilik yapmış olacaklarını zannederler.

“Şuna bir iyilik yapsam mı acaba?” diyerekten...

Bir de kıkır kıkır gülerekten...

İyilikmiş!

Niyeyse?

Duyan da çok iyilik(!) yapıyor sanır!!!

Ya da iyilik(!) yaptığını...

Bunlar var ya gerçekten bi iyilik(!) yapsalar, Peder’in dediği gibi mutlaka ödüllendirilirler...

Böyle deli danalar gibi dolanıp durmazlar...

Şimdi, Peder Ksawery’nin amacı çiftlere iyi ve mutlu bir cinsel yaşam için dua etmeyi öğütlemekmiş. Çünkü ona göre seks insanları Tanrı’ya yakınlaştırıyormuş.

Oysa bizim dua araştırmasından çıkan sonuçlara göre öncelik “felaketlerden korunmak” biliyorsunuz...

Sonra kavuşmak ve evlenmek falan var ama...

Daha o konuya gelemedik.

“Ben bi kavuşayım, yapacağımı bilirim” noktasındayız...

Bir daha düşündüm de... Aslında ‘onun’ kötüsü de bir nevi felaket sayılabilir.

Düşünsene Ksawery mesela!!!

Her şey dahil, brüt 3 dakika...

Bu felaket değil de ne?

Bizim peder bu kadarla da kalmıyor.

Ama helal olsun. Adam mesleğiyle zevkleri arasında bir bağ kurmayı başarmış. Hani bazıları ’başarı sırlarını’anlatırken derler ya, “Hem sevdiğim şeyi yapıyorum, hem de üstüne para veriyorlar” diye...

Onun gibi...

Dinlemekte yarar var yani...

Bizim pedere göre, cinsel ilişkide alınan haz ile ebedi yaşam arasında bağ varmış!

Ki bu bağ bizim Türk erkeklerinde gitgide güçleniyor...

O yaşta...

20’lik kızlara...

Gitgide yaklaşıyorlar...

Ama ebedi yaşama...

Yazının devamı...

LÖSEV reklamı...

Hassas bir konu...

Hem de çok hassas!

LÖSEV’in yeni reklam filminden bahsedeceğim.

Ama kırmadan, dökmeden, kimseyi incitmeden...

Hele hele o çocukları...

Ailelerini...

Önce şunu açıkça belirtmeliyim; LÖSEV’den değil, sadece reklam filminden söz edeceğim...

Ama dedim ya, konu bıçak sırtı...

Bir ara, “bana ne” dedim...

“Bana ne yahu? Onlar da bir yol tutturmuşlar işte!”

Ama o çocuğu her seyrettiğimde, gazetede her gördüğümde öyle dibe vurmaya başladım ki!

Öyle çok sinirlenmeye başladım ki!

Hem de her seferinde...

İtiraf edeyim, o çocukların bu şekilde kullanılmaları, lösemi olmalarının önüne geçti.

Evet, bende tam tersi etki yarattı.

Çocuklara karşı değil elbette!

O çocukların ve bizim duygularımızı bu kadar kolay kullanmaya kalkanlara karşı...

Kullanmaya!

Türkiye’de hatta dünyada lösemili çocuklara karşı hassasiyeti olmayan tek bir Allah’ın kulu yoktur herhalde...

Herhalde değil, kesin yoktur.

Hepimiz ama hepimiz zaten bu konuda çok duygusalız.

Rastladığımızda mutlaka kupalarından alırız, büyük şirketler büyük yardımlar yapar.

Annelerimiz onlar için de dua eder...

O halde...

Onlara daha fazla yardım etmemizi hatırlatmaları yetmez miydi?

Ama bu şekilde değil!

Durum zaten haddinden fazla ağır.

Bunu anlatmanın daha farklı bir yolu yok muydu?

Nedir bu?

Duygu sömürüsü mü?

Evet.

Hatta daha fazlası...

Daha beteri...

Açık açık yazayım mı?

Lafı dolandırmadan...

O reklam filminin ne gibi olduğunu...

Dilendirir gibi...

O güzelim çocuğu dilendiriyor gibi...

Tamı tamına bu.

Üzgünüm ama bu.

Sinirlenmemin, dibe vurmamın tek nedeni...

Öyle değil mi?

Ben mi yanılıyorum yoksa?

Hadi beni geçelim...

Bizi geçelim...

Hadi, “bizim ahali bundan anlar” diyelim...

Peki ya bu reklamı izleyen çocukları ne yapacağız?

Hem sağlıklı çocukları hem de lösemili olanları...

Onların bu ağır durumu artık nasıl algıladıklarını...

Nasıl travma yaşadıklarını...

Yok, yok...

Hayır.

Böyle olmamalı...

Çocuklar böyle kullanılmamalı...

Çocuklar böyle acıtılmamalı...

Elleri dilenci gibi uzatılmamalı...

O küçücük elleri tutmamız için başka yollar bulunmalı...

Başka!

Bakın, tekrar ediyorum:

LÖSEV’den değil, sadece reklam filminden söz ettik.

Ha, LÖSEV’den, onların çalışmalarından, yardımları nasıl kullandıklarından anlayan varsa yazsın.

Ben anlamam...

Yazının devamı...

Medyayı uyarıyorum: İnsan kaçından sonra yaşlıdır?

Evet uyarıyorum.

Benden beklediğiniz anlamda değil ama...

Öyle uyarma değil...

Hani bir kere yazmıştım galiba, fıkradaki gibi:

Fadime son zamanlarda kadın dergileri okumaya başlamış da, kocası akşam sulanmaya başlayınca, “böyle olmaz, önce beni uyarman lazım” demiş hani... Adam da ertesi sabah tam evden çıkarken aklına gelmiş ve bir adım geri dönüp ne demiş?

“Bak seni uyarıyorum, akşama seni seveceğim(!)”

Hayır böyle değil.

Hiç alakası yok.

Ben medyayı uyarıyorum.

Medyayı da, herkesi de...

Konumuz ne biliyor musunuz?

Yaş.

İnsan kaç yaşından sonra yaşlıdır?

Hadi biraz daha yardımcı olayım, mesela:

65 yaşındaki bir kişi yaşlı mıdır?

70?

Aklı başında herkes bu soruya aynı cevabı verir:

“Adamına göre değişir.”

“Ne 70 yaşındakiler var gayet dinç, kendine bakıyor; kaç 50’liği cebinden çıkarır...”

Ki artık biliyorsunuz yaşam uzamasa da, yaşlılık sınırı epey yükseldi.

Bu, erkekler için de kadınlar için de geçerli.

O halde...

Bütün televizyon ve gazete haberlerinde 65 yaşındakiler için “yaşlı” sıfatı kullanılıyor!

70’leri hiç söylemiyorum bile...

Onlar banko “yaşlı.”

Hatta yaşlı bile değil, ihtiyar.

Nine veya dede...

- “65 yaşındaki yaşlı kadını dolandırdılar...”

- “Yaşlı kadın (68) evde çıkan yangında öldü.”

60 + kadınlar medyada kafadan yaşlı damgası yerken, genellikle cinayet, kapkaç gibi üçüncü sayfa haberlerinde yerini alıyor.

Erkekler ise galiba biraz daha şanslı:

Onları daha çok şirin çapkınlık haberlerinde görüyoruz:

- “70lik dede, Vali’den eş istedi.”

- “Karısını 70’lik dede ile bastı.”

- “70’lik dede 21’lik bakıcısıyla evlendi.”

Tamam belki haberi yazan muhabirler büyük olasılıkla henüz çok genç...

Onlar kadar olmasa da, editörler de öyle...

Tamam, belki “yaşlı” deyince haber biraz daha güçleniyor da olabilir...

Ama okuyanlar...

Ama duyanlar...

Okuyanların, duyanların yanında duranlar...

Ben uzun zamandır bu durumdan rahatsızım. Hele ki yanımda 65+ benden bile dinç birisi varken böyle bir habere rastladığımda, tuhaf bir şey oluyor.

Utanıyorum...

Sanki ona ben “yaşlı” demişim gibi.

Ya da ne bileyim, bütün dünya ona “yaşlı” diyor gibi...

Hayır; adam/kadın yaşlı falan değil ki!

Bırakalım artık diyorum.

Bırakalım insanlara “yaşlı” demeyi...

Moral bozmayı...

Bilmiyorum, belki söylediklerime hak verenler çıkabilir.

Haksız mıyım?

Şimdi biliyorum, aranızdan “Ne o? Yaşlanıyor musun Dilek?” diyenler çıkacaktır...

Henüz o kadar değil ama...

Yok, o yaşlarda sevgilim de yok.

Ama...

Şimdiden uyarıyorum, ona göre!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.