Zaten epeyidir kendi aramızda oynamıyor muyduk? Sadece futbolu da değil. Neredeyse her işi kendi uydurduğumuz ölçülerle gerçekleştirmiyor muyuz 1923’ten beri? Ezberin bozulduğu dönemler elbette oldu. Özal’ın ilk dönemi ve AK Parti’nin 2005’e dek süren icraatı. Ama yine içe dönüverdik işte.
Futbola aklım ermez, iyi hareketleri keyifle seyrederim. Son yıllarda “Türk futbolu” olarak adlandırılan bol akçalı, bol yaldızlı faaliyetten haz aldığımı söyleyemem. Sanırım bu doyumsuzluk pek çoğumuz için geçerli. Futbol meraklısı arkadaşlarım Avrupalı liglere boşuna teşne olmadılar. Süper, ultra vs... lig takımlarının evde kükreyip Avrupa arenalarında kedileştiğini yıllardır izliyoruz. Bir iki tur sonra eleniveriyorlar. Eğer Avrupa futbolu bir kıstassa bizim takımların ora takımlarıyla boy ölçüşecek mecali yok. Anca bizim çöplükte ötebiliyorlar. Nitekim Fener Şampiyonlar Ligi’nden men edilirken, süperligde oynaması bu her anlamda “yerel” lige verilen önemi anlatmıyor mu? Fark şu ki foya Avrupa ve dünya ile boy ölçüşünce ortaya çıkıyordu. Şimdi artık buna gerek kalmayacak.
Geçen sonbaharda daha lig başlamamışken ve Başbakan’ın geçen haftaki teklifinden çok önce ne yapılacağı tartışılırken Devlet Bahçeli “UEFA’nın baskı ve belirleyiciliği altında...” diye başlayan bir beyanda bulunmuştu. MHP halkın ruh halini iyi okumuştu. Zira birkaç istisna dışında genel kanaat top sahasında ve herhangi başka bir konuda kırılan kolların yen veya bayrak içinde kalması değil mi?
Futbolda savunulan “millî duruş” bana daima Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) yoluyla hukuk ve adalet sistemimizin geçirdiği dönüşümü hatırlatır. Türkiye 1989’da kişisel başvuru hakkını kabul etti, AİHM’in yargı yetkisini tanıdı ve böylece Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi sistemine dâhil oldu. Rahmetli Turgut Özal’ın yasaya imzayı atarken sakat hukuk sistemimizin ancak böyle bir sistemin getireceği kıstaslarla dönüşebileceğini ifade ettiği söylenir. Nitekim tam da öyle oldu, hukuk sistemimiz, kim ne derse desin, bu sayede büyük dönüşüm geçirdi. Şimdiyse, dava sayısında yani hak ihlallerinde yaşanan gözle görülür artış nedeniyle sistemi Anayasa Mahkemesi’ne başvuru yoluyla bypass etme ve yerelleştirme çabası var. Hatta günün birinde biriken dosya ve artan tazminat sonucunda tamamen “kendi aramıza” dönebiliriz.
Daha yakın zamanda ve çok daha kapsamlı boyutta Avrupa Birliği kıstasları ile tanışmış idik. Önce gümrük birliği sayesinde sanayi altyapısında muazzam bir dönüşüm gerçekleşti. Ardından üyelik süreciyle memleketin bütün köhnemiş kuralları elden geçirilmeye başlandı. Bu dış dinamiğin olumlu dönüştürücü gücü bazılarınca gayrimillî olarak yaftalansa da memleketin dönüşümüne yaptıkları katkı açıktır.
2005’ten bu yana dış dinamiğe ya da dışarıdan tutulan aynalara artık ihtiyacı olmayacak kadar kendimize yeter olduğumuz farz ediliyorsa da sonuç ortada. Her ne kadar dinamik içe dönse ve millileştirilmeye çalışılsa da dış kıstaslar daha uzun müddet geçerliliklerini koruyacak. Kopenhag Kriterleri’ne Ankara Kriterleri demekle, AİHM’e kişisel başvuru hakkını Anayasa Mahkemesi’ne şikâyet yoluyla sulandırmakla, UEFA’ya celallenmekle yol almak kolay değil. Olsaydı sonuçlarını bu vakte kadar hissederdik. Zira Türkiye’de 2005’ten bu yana dişe dokunur reform yapılmıyor. Aksine 2000-2005 dönemi reformlarından yani cepten yiyoruz.
Özgüvende aşırıya kaçtıkça, yerellikte ısrar ettikçe normalleşme ve dünyalılaşmada zaman kaybediyor, toplumsal barışa ve kalıcı istikrara bir türlü vasıl olamıyoruz. Kabul görmüş, denenmiş norm, standart ve ilkeleri kendimize benzettikçe yapılan işler sırıtıyor.
“Panem et circences”:
“Ekmek ve Eğlence”
“Kol kırılır yen içinde kalır”, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” zihniyeti üzerine çok yazıldı çizildi. Meselenin bir veçhesi buysa diğeri de futbolun yani eğlencenin ve arkasındaki sanayinin zarar görmemesi.
Batı Roma şiarı “panem et circences”, Türkçesiyle ekmek ve sirk oyunları yani eğlence demek. Kitlelere, münafıklıklara sapmalarını engelleyerek hükmetmenin altın kurallarından biridir. Doğu Roma da bu formülü tabiatıyla kullanmış, halefi Osmanlı da. Daha yakın zamanda Portekiz diktatörü Salazar ülkesini “üç F” yani “fado, futbol ve Fatima” ile idare etmekle övünürdü. Fado Portekiz havaları, futbol malum, Fatima köyü ise 1917’de Hazret-i Meryem’in göründüğü Vatikan tarafından kabul edilmiş, Arapça Fatima’dan gelen Katolik dünyada önemli bir ziyaret.
Buraların ekmeği inşaatla tüketim furyası, eğlencesiyse televizyonla top! Ulusal politika mertebesine vasıl olmuş olan inşaat, ilginçtir, dışa en az bağımlı sanayi kolu. İşin eğlence ayağı da artık öyle... Sorun o ki, kendi aramızda top çevirmek, kıyas dışı kalacak olan her faaliyeti köreltme riskini taşır. Ve bu arada birikecek sorunları daha uzun müddet idare etmeye yetmeyebilir.
Kendi aramızda oynamak
Haberin Devamı