Michelin yıldızlı restoran âdabı
.
Bol yıldızlı ünlü şefin restoranındayız. Çok heyecanlıyım. Paris’te okumuş, büyümüş kız arkadaşımın verdiği spor siyah ceket omzumda. Restoranın kapısında duran muhteşem melez kadın, tüm arkadaşlarıma sevgi ile bakarken, gözü omzuma attığım monta takıldı. Mont marka, albenisi de bir başka ama melez hanım gözlerini dikti. Kız arkadaşıma dönerek, “Beyefendiyi içeri alamam, o da ceket giymeli” dedi. Söylenmeye başlayacaktım ki, güzel melezimiz bana bir ceket getirebileceğini söyledi. Az sonra cuk diye üstüme oturan bir siyah blazer ceket ile yanıma geldi. İç cebinde alarm olan ceket ile içeri girdim.
Ee, bir iki kadehten sonra sıcak basmaya başladı. Fransız vari Türk kızımızın yarı Türkçe yarı Fransızca azarlarıyla, o ceketi saatler boyu üstümden çıkaramadım. Ayıpmış. Yanıyorum. Yok… Yakışmaz. ‘Racona’ ters. Siparişler verildi. İçeride kristallerin tavandan tek tek taş olarak sarktığı klasik bir otelin, nasıl böylesine güzel dokunuşlarla aslı bozulmadan modernleştiğine hayran olduk hepimiz. Aynı anda gelen, aynı anda önümüze konan tabakları, uzman arkadaşlarım tahlil ederken, onları makaraya almamak da olmaz. Ama aynı anda gözlerini kapatarak tadına bakmaları yok mu! “Hımm, şunun içinde şu şu var. 5 saniye sonra da şunu eklemişler” gibi. Daha da daraldım.
Bu tahliller sürerken kız arkadaşım, o Fransız şivesi ile küçük bir çocuğu azarlayan annesi gibi, “Dirsekler masaya konmaz Burakçığım” demesin mi? Peki canım. Sıcak daha da sıcak olacak... Karşı masada, ara sıra minik öpücüklerle oturan çifte takıldı gözüm. Aynı estetik doktoruna gitmişler, besbelli. Tüm dünyada selfie hastalığı var ya... Ona da karışan kız arkadaşıma yine boyun eğdim. Burak ses çıkarma.
Masadan kalkmak neden mi ayıp!
Sipariş ettiğimiz ana yemek gelene kadar aralarda ufak ufak tadımlar geldi. Garson uzun uzun anlatıyor ama yavaş yavaş konuşarak. Yüksek sesle konuşulması belli ki çok ayıp. Haklılar. Yan masayı dinlemek zorunda kalmayı ben de sevmem. Belli ki, topu topu 15 masası olan mekanı erken terk etmesinler diye servis ağır. Bunu söyleyince, kızdan Fransızca bir sert çıkış. Gene sustuk. Benim aklım, Leon de Bruxelles’e gidip, mideye midye indirmede arkadaşlar. Uzun saatler sonra ana yemeklerimiz nihayet geldi. İstanbul’da olsa kavga çıkardı.
Ana yemekten bir çatal aldıktan sonra, hem tadından hoşlanmadığım için hem de ihtiyaç molası vermem gerektiğinden masadan kalktım. Ne oluyor? Etrafımı iki salon şefi, bir garson sardı. Kibarca, “Sorun mu var?” dediler. “Tuvalet ne tarafta?” dedim. Kapıya kadar eşlik edip, beni bodygourd’a teslim ettiler. Sonra salona döndüm. Eee beni kapıya götüren şefler neden masama almıyor. Suratıma bakmıyorlar. Bizimkiler buz kesmiş, asık suratla, “Sen ne yaptın!” diye çıkışmazlar mı? Baktım masada tabaklarım ve servisim yok. Hepsi kaldırılmış.
Fransızca aksanlı Türk kız arkadaşım, “Çok ayıp çok! Bizi zor durumda bıraktın” diye tersledi. Biri açıklasın, ben ne yaptım? Efendim, bu ünlü şeflerin yemekleri masaya gelince kalkınmazmış. Yemek bitene kadar masada oturulurmuş. Yemek geldikten sonra kalkılırsa, şefe hakaret sayılırmış. Ben bu kadar yurt dışı seyahati yaptım. Onlarca, yüzlerce yerde yemek yedim... Böylesini duymadım, görmedim. Demek daha bir şey görmemişim.
Olaydan sonra masamıza servis yavaşlamıştı. Tatlı servisine kadar. Uzun aralarla, saatlerce devam etti. Masadan kalkmaya ürken ben, sonunda dayanamayıp, “Bari bir kapıya çıksak da, hava alsak” dedim. Tam hamle yaparken şef kulağıma eğilip, “Kahveleriniz geliyor, lütfen bekleyin” demez mi! “Ben çıkıyorum, sizi kapıda bekliyorum!” dedim. O gece o restorandan en son çıkan ekibimizin, Paris sokaklarına akıcak hali kalmamıştı. Siz siz olun, aman dikkat edin. Yıldızların altında ezilmeyin...