Şampiy10
Magazin
Gündem

Paris’te 2 günlük kaybolmak

Küçük tatil kaçamaklarından bahsedelim biraz. Öyle, sırt çantamızı alıp, 2 günlüğüne nereye kaçabilirsiniz. İlk durağımız sonsuz aşk: Paris... “O yağmurlu Paris akşam üstlerinden birinde öpüşmemişseniz, hayatınızda hiç öpüşmediniz demektir” diyor Woody Allen... Aşkı, o romantizminle yaşamak için ideal bir şehirdir. Açık farkla, dünyanın aşk başkentidir.

Paris’i keşfetmenin en güzel yolu, kiralık bisiklet ile gezmektir. O kadar çok görülecek şey var ki... Eiffel’e çıkıp, sonra Eiffel’e karşı çimlere uzanıp, şarap içmenin keyfini yaşayın. Louvre Müzesini gezin. Müzeye girince, Mona Lisa tablosunun oklarını görüyorsunuz. Tablonun önü öyle bir kalabalıktır ki... Yakından görürseniz, şanslı gününüzdesiniz.

Des Tuluires’i gezinin. Rahatlıkları size de huzur verecektir. Trocadero Meydanından Arc De Triomphe’e, sonrasında Champs Elyeese üzerinden Concorde Meydanı’na bir yürüyün.

Modern sanat binası Center Pompidou, Notre Dame Katedrali ve Sacre Coeur görün. Sacre Coeur’den Montmartre’a geçin. Montmartre bir sanat meydanı. Meydandaki ressamlara portrenizi çizdirin. En takıldığım ise taksiler; 3 kişilik... 4 kişiyseniz, el kaldırdığınız 10 taksiden 9’u durmuyor.

4. kişi için ekstra para ödemeniz gerekiyor.

Le Relais de l’Entrecote ilk yemek terciğiniz olsun... Kapıya vardığınızda, uzun bir kuyruk ile karşılaşacaksınız, yılmayın, o muhteşem soslu eti yerken, “İyi ki pes etmemişim” diyeceksiniz. Champs Elysees üzerinde bulunan Leon de Bruxelles’e gitmeden dönmeyin. Kesinlikle ama kesinlikle

denemelisiniz. Benim 1 numaralı favorimdir. Makaronların delisiyim. Her adımda öyle ya da böyle karşınıza çıkacaktır bu zarif, narin, renk renk ve tadı olan tatlılar.

Utananlara dans dersi var

Saint Germain’e uğramadan ve Cafe de Flore veya Cafe duex Magots kafelerinde takılıp, şık Parisinne kadınları izlemeden, Paris görülmüş olmaz. Croque Madame yiyin, çok tipik ama çok lezzetli.

Saint Germain’deki lüks mağazalarda sezonun yepyeni koleksiyonlarını bulabilirsiniz. Şehirdeki bir diğer önemli bölge Sevres Babylone’dır. Burada Le Bon Marche gibi ünlü alışveriş merkezlerinin yanında ünlü markaların mağazalarını da bulabilirsiniz. Galeries La Fayette ve Printemps’te giyim alışverişi yapabilirsiniz. Buralara Asyalıların nasıl hücum ettiğini, markaları da görünce, inanamayacaksınız. Hatta Champ Elyeese’deki Louis Vuitton’u istila ettiklerini bile düşünebilirsiniz.

Colette önemli bir dükkan. Muhteşem, özel, az sayıdaki tasarım kıyafetler, ayakkabılar, saatleri pahalı olduğundan almak istemeseniz de, yine de bir görüp tasarımda son noktayı yakalayın. Gece hayatının en önemli ve en eski turistlik mekanı Barrio Latino Bar. Burası 4 katlı bir kulüp. Balajo, dans etmekten utananlar için açılmış. Biraz erken gittiğinizde, nasıl dans etmeniz gerektiğini öğretiyorlar. Moulin Rouge ve Lido Show dünyadaki kabare şovların en önemlileri. Birçok kere seyrettim. Tek şikayetim, 10 yıldır aynı şeyleri sergilemeleri. Crayz Horse, değişik bir tecrübe. Yaratıcılıklarına bayılıyorum. Gayet seksi kadın dansçıların şovları görülmeye değer. Paris programınızı yalnızca Disneyland bozabilir. Hemingway’in dediği gibi, “Paris hâlâ bir şenlik...”

Yazının devamı...

EY AŞK! Geldiysen mesaj kutuma düş

Telefon çaldı. “Nasılsın?” demeden, sesindeki o titremeyi sezdim. Buluşma teklifimi hemen kabul etti. Masaya oturur oturmaz da, içini dökmeye başladı. Kasımda aşk başkadır. Bense, Kasımda yalnızlığın, hatta sevdiğini kaybetmenin doruklarında, sessiz bekleyişler içindeydim. Hiç geçmeyeceğini düşündüğüm günler çok hızlı geçip, gidiyordu. Yalnızlığımdan çok irkiliyordum ve o sıkıntıları içimden atmak için, akıl almaz yollara başvuruyordum. Kendimi sokaklara atıp duruyordum ama sonra da kendimi evde otururken, öyle yalnız başıma buluyordum; Kasımda.

Sonra kahrolası sosyal medyanın hükmü altında bekleyişimin ilk sinyali, beni tekrar arkadaş olarak ekleme talebi ile geldi. Ayrılığımızın ilk darbesini, onun arkadaş listesinden silinmek ile yemiştim. Talebi görünce, tüm Kasım ayı boyunca mızmızlandığım arkadaşımı arayarak, ne yapmam gerektiğini sordum. “Hemen eklemeyi kabul etme” dedi. Kim dinler? Hemen kabul ettim. Sonrasında, hem telefon hem bilgisayar karşısında geçen, yine o saçma bekleyişler vardı. İç sesler ve kafada uçuşan soru işaretleri... Bırak ilk o yazsın... Ama, ilk adımı o attı... Olsun, beklemen lazım. Tıpkı filmlerdeki sağ omuz ve sol omuzdaki melek ve şeytanın, kulağınıza fısıldadığı o sahne var ya, işte ben de o fısıltılar içinde gidip gidip geldim.

“Online olduğu saatler, fotoğraflarını beğenenler kimler, nerelerde foursquare’de check in yapmış, o gittiği yerleri beğenenler kim” gibi detayları inceliyor ve “Acaba bununla mı beraber, yoksa beni bu kişiyle mi aldattı?” gibi saçma yorumlara, saatlerce dalıyordum.

Sosyal medyada her yazılanı yorumlamak

İşte o gün geldi. Sayfasına aşk ile ilgili harika bir yorum koydu. Altındaki beğen kısmını hemen işaretledim. Belli ki bunu bilerek yapmış. İrem Derici-Düşler Ülkesinin Gelgit Akıllısı videosunu sayfama koyayım da, gör sen! 5 dakika geçmeden, “Selam” dedi. “Selam... Nasılsın?”, “İyiyim”, “Nasıl gidiyor hayat?”, “Bomba gibi” dedim. Yalana bak.

Söylemelisin işte, çok özledim seni. Beni tekrar ekledikten sonra havalara uçtum. Nerelerdeydim Kasım boyunca. Ya biz niye kavga ettik? Gelsene, nerdesin? Hemen telefondan sırdaşına, dert babası ve psikolog arkadaşa durum raporu verilir ve yelkenler suya inmesin direktifi alınır. Ama şimdi ne demeliyim? Bir şey deme, dur. Onu bekle.

Sonraki iş saatleri içinde bekleyiş ve Komiser Kolombo gibi sosyal medya takipleri ile devam etti. Hemen eş dostla çekilen fotoğrafları paylaşmaya başladım. Samimi, içten kareler. Yok dostumun tavsiyesi o. Benim aklım bir karış havada, kandırdı beni, kıskanır filan diye. Etkili oldu galiba. “Kim o? Nerede çekildi?” gibi sorularla konuşmamıza renk de geldi. Benim de kendime güvenim...

Ne bitmez çile... İlişki için, Facebook ve Twitter’da yazılanları irdelemek, her noktasının ne anlamına geldiğini, sanki tez hazırlar gibi, her açıdan sorgulamak... Her yazılanı kendin için yorumlamak... Ya da ilişkinize kattığı etki?

İlişkinin bu hal alması, dünyanın en sıkıcı, bir o kadar Da Vinci’nin şifresini çözmek kadar zor gerçekten. Kahveler bitti. Merakla sonunu bekliyorum.

Twitter’ında yazdığı, “Özledim. Özlediğimin yanına gitsem mi? O da özlemiş midir acaba?” gibi ortaya yazdığı bu cümleyi üstüme alarak ben de ortaya, “Özledim diyen, özleyen özlediğinin yanında olmalı. O da özleyeni özlemiştir” yazsam mı?

Yazının devamı...

Çılgın ruhlu Şaziye Hanım

Kardeşim aradı. “Abi, inanamayacaksın ama Şaziye Hanım ne yaptı, biliyor musun?” diye anlatmaya başladı. Aslında o kedicik için anlatılan her şeye de inanırım. Kedi demeye bin şahit. Bizi her şeyi ile her zaman şaşırtan Şaziye Hanım bakalım gene ne bombalar patlatmış diye aklımdan geçirdim. Şimdi gelin bu çılgın ruhlu kedi Şaziye’nin hikayesine şöyle bir bakalım...

Şaziye Hanım, kardeşimin sokaktan bulduğu kedilerden biri. Lise yıllarında Fenerbahçe Lisesi çöp bidonunda bulduğu iki kedi ile 12-14 yıl beraber yaşamıştık. Damlalıklarla büyüttüğümüz, Arap ile Sarı da evin sanki çocukları gibi hep baş köşede olmuştu. Aslında kardeşimle benim sayısız kedimiz olmuştu ama Şaziye Hanım tavırlarıyla bizi hep şaşırttı. Ev ziyaretlerine geldiği günlerde bile sahiplendiği bizleri, tanımadığı yabancıların karşısına geçip mivaylıyarak uzun uzun konuşması bile “gidin dercesine” bir garipti.

Evlenince de Şaziye Hanım’ı buldu. Şaziye Hanım, bir köpek tarafından hırpalanırken, kardeşim tarafından kurtarılıyor. Veterinere götürülüyor. Ön sağ ayağı kısa kalıyor. Alacalı bulacalı siyah bir kedi ve evin nazlısı. Ve inanılmayacak kadar seri. Bir gün kardeşimin bir arkadaşı eve geliyor. “Yalın, bu kediden sizde kaç tane var?” diye soruyoruz. Öyle hızlı hareket ediyor ki, şaşırırsınız. Her odada karşımıza çıkıyor. 5 yıldır tanıdığım, bildiğim halde, bu kadar hızlı hareket etmesine ben de bazen şaşırıyorum. Pat orada, pat burada, pat yüksekte bir yerde.

Bebekle de vazgeçemedik

Yeğenim Güney doğduğunda, “Şaziye Hanım evde sorun olur mu?” diye düşünmüştük. Ama ne kardeşimin, ne de gelin hanımın gönlü, Şaziye’den ayrılmaya kıyamadı. Güney bebekle beraber yaşamaya başladılar.

Ve Şaziye Hanım, garip bir şekilde Güney’e sahip çıkmaya başladı. Ne zaman uykuya dalıp ağlamayı kesse, Şaziye bir şey oldu zannedip, ortalığı velveleye veriyordu. Bu duruma zor alıştı. Kaprisliydi de... Kardeşim eve geldiği zaman önce Güney’i severse, küsüyordu. Kuytu bir köşeye saklanıyor, bir süre yiyip içmiyordu.

Gelelelim Şaziye Hanım’ın ne yaptığına... Bir Pazar sabahı, iki buçuk yaşına gelen ve oldukça dillenen Güney bebek, sosis ister. Babası da dolaptan çıkardığı sosisi doğrar, pişirmek için hazırlık yapar. Bir küçük parçayı da Şaziye Hanım’a verir. Güney bebek ağlamaya başlar, “Ben de istiyorum, Şaziye yedi. Baba bana da” diye. “Oğlum dur, pişireceğim şimdi...” der tezgâha döner, sosisin büyük bir parçası yok. Güney tezgâha ulaşamaz. Ne oldu o sosise? Bakar ki, Şaziye Hanım sosisi Güney’in önüne koymuş. Ye diye patisi ile de onu dürtüyor. Final böyle. Biz birbirimizi yiyelim yine...

Yazının devamı...

Gupse Özay’ın totemi

Kim ne derse desin, bazı insanlar doğuştan star oluyor. Işıkları, enerjileri, sohbetleri, her şeyleri bir başka oluyor. Onları tanımanın da keyfine tabii doyum olmuyor. Her şeyine bayıldığım Gupse Özay’dan ve onun “Deliha”sından bahsetmek istiyorum.

Ne zaman bir araya gelsek, sanki çok uzun yıllardır zaman geçirmişiz gibi, Gupse Özay ile sohbetlerimiz doyumsuz olur. Özay’ın, bu sefer çok özel gösterimine davetliydim. Deliha’nın sinemalardaki serüveni başlamadan günler önce, birkaç kişiye yapılan özel gösterimine. O evinde heyecanla seyrettiğimiz film hakkında bizden yorum beklerken, biz salonu kahkahalara boğduk. Sosyal medyada yarattığı tiplemenin mesajlarını bize ufak ufak uzun süredir zaten veriyordu. Ayrıca seyrettiğim teaserlardan dolayı da pek heyecanlıydım. Gülme krizlerine girdiğim anlar da oldu. Çılgın kadın Gupse Özay’ın seneryosunu yazıp oynadığı, gene ruhuna yakışır, aslında yüzde yüz kendi olan filmi “Deliha”yı pek sevdim. Hatta, gülme krizlerim arasında zaman zaman yan koltuktan dirsek yediğimi de itiraf ediyorum. Düğün fotoğraflarını çeken mutsuz, aşkına karşılık bulamayan delikanlının fotoğraf kareleri alma mizansenleri, Deliha’nın aşkı uğruna debelenip onu elde etmek için verdiği mücadele, en çok da elma suyu diye yanlışlıkla içtiği viskiden sonra pavyon sahnesinde seslendirdiği Ahmet Kaya’nın “Hep Sonra”dan şarkısına...

Film boyunca gülmeyen 3 adam

“Seyrederken attığım kahkahalar yüzünden dirsek yedim” dedim ya. Nedenini, film bittikten sonra, salondan çıkarken algıladım. Yanımda Eser, Oğuzhan, İbrahim üçlüsü oturuyordu. Şu meşhur 3 adam... Bir karış surat... Gülmeyen yalnız kendileriydi. Ne garip, üçünden de bir kahkaha duymadım. Oysa biz, onlar buraya gelene kadar ailecek nasıl izlemiş, nasıl da alkışlamıştık. O sıcak, sempatik, güzel gülen yüzlerini... Demek ki çabuk mu büyümüşlerdi? Bir ara kahkahalarıma Eser Yenenler hafif doğrularak yerinden uzun uzun bana bakarak cevap verdi.

Deliha’nın ekibinde harika oyuncular ve karakterler var. Yönetmen Hakan Algül ve Gupse Özay muhteşem bir cast oluşturmuş. En sevdiklerim ise, Masumiyet filmi ile bizi oyunculuğu ile duvardan duvara vuran Derya Alabora’nın bu filmdeki menopozlu anne karakteri, Cihan Ercan’ın Deliha’nın peşinden aşkıyla nasıl koştuğu ve daha niceleri... Her bir karakterin üstüne ayrı birer proje bile çıkabilir ortaya. Evinde heyecanla bizden yorumlar bekliyor demiştim ya; işte o şifrede bir araya geldiğimiz gün çözüldü. Özay, totem meraklısı. Bir şeyin iyi gitmesini isterse aynen filmdeki “10 saniyede merdivenlerden inersem hayatımın aşkını bulayım” dediği sahne gibi... Film çekildikten sonra montaja girmemiş. Totem yapmış. Ön gösterime bile gitmemiş. Deliha’yı galada herkes ile beraber seyretmiş.

Hazır Yalan Dünya yayın hayatına son vermişken, filmden çıkanlar aramızda ‘Yakında bu televizyon dizisi olur’ diye kulaktan kulağa konuşmaya başladık bile. Hatta Yalan Dünya’nın önüne geçebileceğini... Bence en zoru, eğer “Deliha” dizi olursa, film için 15 kilo alan Özay detokslar, diyetler yapıp verdiği kiloları tekrar almak zorunda kalması olacak. Gerçi onun kilo verme hırsı da oyunculuğu gibi... Detoks kampında, on iki günde sekiz kilo verme başarısı da kolay bir şey değil. Neyse, Deliha için her şey hazır ve nazır bizce...

Yazının devamı...

O yüzden mi yoksa?

Çizgi film tutkuma şaşırmıyorum. O kadar karakterin hayatımda yer edeceği, çocuk yaşta tabii aklımdan geçmezdi. Ama yıllar içinde kim bizi buna tutsak etti? Çizgi film bağımlılığım şu an dorukta. Evimin her yanında oyuncakların hükmü sürüyor. Eve gelen arkadaşlarımın şaşkın bakışlarına giderek alıştım bile. Maskelerime, oyuncaklarıma şaşkınlıkla bakıyor ve sosyal medya karelerine bir müddet sonra fotoğraflar çekerek kaptırıyorlar kendilerini. Yurt dışında, boş bir zaman yakaladığımda, ilk yaptığım iş Disney Store’a uğramak oluyor. “Yiğenime alıyorum” diye, elimde torbalarla sokağa atıyorum kendimi.

Bu dev sektör aslında renkli televizyonların, özel kanalların açılmasıyla hayatımızda daha çok yer almaya başladı. Tom ve Jerry, Miki Mouse ve arkadaşları, Tweety ve Slyvester, Bugs Bunny, Pembe Panter, Red Kid, Temel Reis, Casper, Duffy Duck, Şeker Kız Candy, Uçan Kaz Morton ve Nils’in Maceraları, Vikingler, Ayı Yogi, renk renk Tontonlar, Clementine, Heidi, Taş Devri, Jetgiller, Snoopy, Düğme Burun Çilek Kız, He-Man, Ninja Kaplumbağaları, Woody Woodpecker, Tazmanya Canavarı, Voltran, Muppet Show ekibi, Şirinler... Sadece hatırladıklarım... Bazıları, özellikle televizyonda günü ve saatti belli olanlar, dizilerden daha da popülerdi. Küçük Ev’in, Dallas kadar havası vardı. Sloganlar yerleşmişti dilimize. “Hop hop değiş ton ton, hadi Voltran’ı oluşturalım arkadaşlar” yıllar geçse de hâlâ dilimizde. Küçük Viking’in yaptığı burun hareketi ve “Haydi yallah hop hop hop” ya da “Yaba daba duuuuu” diye bağıran Fred Çakmaktaş...

Akademi’de ilgisiz kalamadı

Bir çizgi filmin yapımı için uzun yıllar ve kocaman bir kadro gerekiyor. Bir saniye için yaklaşık 30 adet resim kullanılıyor. Bu da işin ne kadar zor olduğunu gösterir. Bir çizgi sinemanın yapımı bir ya da iki yıl alıyor. Tek bir sahnede bile onlarca sanatçının emeği var. Bir karakterin göz ya da dirsek hareketini yaratmak için bile aylarca çalışılıyor.

1 saatlik sinema versiyonları için trilyonlar harcanıyor. 90 dakikalık bir animasyon filmini tek bir sanatçı yapmaya kalksa, 442 yılda tamamlayabilirmiş. Uzun sarı saçlarıyla kuleden kurtulmaya çalışan Rapunzel’in hikayesi ve 2010 yılında yapılan Tangled’in maliyeti; 260 milyon dolar. Hasılatı ise 590 milyon dolar. Sektör bu kadar büyüyünce, Oscar ödülleri de buna sessiz kalamıyor tabii. Akademi Ödülü Sinema Sanatları ve Bilimleri Akademisi tarafından ilk kez 2001 yılında “En İyi Animasyon Oscar”ı verilmeye başlanıyor. Waltz with Bashir (2008) ise En İyi Yabancı Film Oscarı’na aday olmuş, ilk ve tek animasyon filmi. Dört ödül ile Kayıp Balık Nemo, İnanılmaz Aile, Ratatouille ve Vol-i ve En İyi Animasyon Filmi kategorisinde en başarılı konumuna yerleşiyor. 2009 yılında Oscar ödüllerine 20 çizgi film aday olarak sunuluyor. Bu bir rekor.

Yapılan araştırmalarda en çok sevilen animasyon Toy Story 3 (Oyuncak Hikayesi 3). IMDB’de 8.7 puan yani 124,330 oy alıyor. Seçimlerime baktığımda, hep televizyondaki o günlerden kalma alışkanlık olsa gerek, çocukken zihnimize yerleşen saf ve sevgi dolu karakterlerin içinde bulunduğu filmleri seçiyoruz. İşin ilginç yanı, çocuk kalbimizle o günlerde sevip sahip çıktığımız o karakterleri bugün de beyazperdeye uyarlanan karakterlerde arıyoruz. Hâlâ mı onlara sahip çıkmaya çalışıyoruz? O yüzden mi yoksa?

Yazının devamı...

Sonbahar kaçamağı

Yaz sezonunun bitmesi, sonbahara “Merhaba” dememizin ardından küçük kaçamaklar yapabileceğimiz yerlerin ilkini Şile ve Ağva olarak dün yer vermiştik. Günü birlikte ya da hafta sonunda kafanızı toparlayacağınız yerler arasında şimdi de Abant’tan bahsedelim. İstanbul ve Ankara’nın ortasında yer alan bu güzel kasaba için öylesine güzel hikayeler duydum ki, arkadaşlarımın baskısı sonucu, uykusuz bir sabahta yola çıkarken buldum kendimi.

Ne iyi etmişim de gelmişim.

Sonbaharın en güzel renklerinin binbir çeşidi ile karşılaştım. Doyumsuz manzaraların, sonbaharın her tonunun görüleceği bir masal diyarı Abant. Abant, Gölcük ve Yedigöller, sonbaharın gerçek manada yakıştığı ender yerlerden.

Abant Gölü ve çevresi, Milli Park statüsü içersinde yer alıyor. Abant bir krater gölü. Kaynak sularından oluşuyor. Nadir özellikteki nilüferlerle kaplı. Abant alası da sadece buraya özgü. Su samurlarını görebilmek için sabah güneş doğmadan yuvalarının olduğu yerlere gitmek gerekiyor.

Abant Gölü’nün çevresi yaklaşık 7 kilometre. İki saatlik yürüyüşle gölün her noktasını yaşayabilirsiniz. Yürümek istemeyenler bisiklet ya da faytonla çevresini gezebilirler. Biz yürümeyi tercih ettik.

O huzuru, en derinlerde hissettik. Aramızda pes endeler olur telaşını yaşadık ama o telaşımızın yersiz olduğunu da gördük. Ağaçlara dokunmak, rüzgarın sesi hepimizi adeta büyüledi. Kimsenin “yoruldum” diye sesi çıkmadı.

Alabalık yemeden sakın dönmeyin

Abant, İstanbul ile Ankara’nın arasında olduğu için çok ziyaretçisi oluyor. Hafta sonları kalmak isteyenler için yer bulmak biraz zor. İkisi beş yıldızlı otel ve biri köşk olmak üzere, göl kenarında konaklamak en güzeli. Abant dört mevsim konağı ve Büyük Otel tercihlerinizin arasında olabilir. Göl yolu üzerindeki Gökdere Restoran’da şahane bir kahvaltı yapın. Her şeyin doğal ürünlerden olduğu, lezzetlerinden anlaşılacaktır. İstanbul’dan yola çıktığınızda dört bir yanı ağaçlarla çevrili 21 kilometrelik muhteşem bir yol çıkacak karşınıza. İstanbul’dan Abant’a arası yaklaşık 3 saat sürüyor.

Abant’a özel bir lezzet olan Abant Alabalığını da tatmak gerekir. Abant’ta yaklaşık 30 km mesafede olan Yedigöller Milli Parkı ise özellikle kamp severlerin dört mevsim uğrak noktalarından biri. Ayrıca Örmeci Yaylası, Sinekli Yaylası ve yine bir doğa harikası Samandere Şelalesi, Güzeldere Şelalesi de Abant’ta görülmesi gereken diğer noktaları.

Öğle yemeği ve kahve molasından sonra göl kıyısında bulunan deniz bisikletlerinden ya da sandallardan birini kiralayarak göl keyfi yapabilirsiniz. Yeşil ile mavinin buluştuğu, dağların zirvelerinden yayılan sisin oluşturduğu muhteşem manzarayı doyasıya seyredin. Doğada zaman geçirmek, temiz havayı ciğerlerinize çekmek hepinizin ruhuna iyi gelecek. Şehrin havasız, gürültülü, kalabalık ve çilekeş havasından sizleri çok uzakta olmayan bir doğal renk cümbüşü bekliyor. Hadi, şöyle bir kaçın Abant’a...

Yazının devamı...

İstanbul’a yakın trend yerler

Yaşadığımız yüzyılda her an stres topuna dönmemek imkansız. Bu sıkıntılı, gergin durumlardan kısa yoldan kurtulmanın en kolay yolu, küçük kaçamak tatiller. Yaz aylarında yaptığımız uzun kaçamaklardan bahsetmiyorum. Bir-iki gün için İstanbul’a yakın noktalarda kafa dinlemek bu günlerde çok moda... Gelin İstanbul civarında bulunan yakın noktalarda kısa bir tur atalım...

İlk durağımız Şile. İstanbul’a 70 km uzaklıkta, şirin bir kasaba. Sonbaharda o trafikten, o kalabalıktan kaçıp, huzur bulmak için ideal noktalardan biri. Mis gibi Karadeniz rüzgarı... Sahilde yürüyüş yaparak tüm dertlerinizden uzaklaşmak için harika bir fikir.

Şile dediğimizde aklımıza ilk gelen Şile Feneri oluyor. Türkiye’nin en büyük, dünyanın da ikinci büyük feneri. 1860 yılında yapılmış.İstanbul Boğazı ile Karadeniz’e hizmet veren bir fener. Ayrıca, bulunduğu konum yüzünden, Şile’de çok eski çağlardan kalan tarihi kaleler ve yapılarla da karşılaşacaksınız. Özellikle resim çekmeyi sevenler için fener ve çevresi inanılmaz görüntülere sahip.

Önce kahvaltı ile başlayalım. Şile Limanı’nın manzarasını şimdilik bir kenara bırakın; gelin biraz ilerdeki Boşnak Köyünde, “Boşnak Kazım”ın yerine gidin. Kendinizi evinizde gibi hissedeceğiniz bu mekanda bir kahvaltı edin. Fırından yeni çıkmış mis gibi kokan böreklerinden ortaya söyleyin. Sonra köy yumurtası ve özellikle yaptıkları ekmek, bahçeden toplanmış domates ile ev reçeli bir harika...

Yeniden dönüyoruz Şile’ye. Ağlayan Kaya, Kumbaba Tepesi ve kışın bile dalgalarında sörf yapılan plajları, denizi... Öğlen yemeği için çok güzel balık restoranları sizi bekliyor. Şile, malum, aynı zamanda bir balıkçı ilçesi konumunda. Karadeniz’den İstanbul Boğazı’na balık akınının son durak noktası. Şile’ye geldiğinizde taze balık almadan veya balık restoranlarında balık yemeden ayrılmayın. Bizim ekibin favorisi Vira ve Masshasile.

Ağva’da keşfedilmesi gerekenler

Tüm bunların arasında Ulupelit Köyü’ndeki Casa Lavanda Otel ise size İstanbul’da bile bulamayacağınız gurme lezzetleri ve huzuru sunun bir lokasyon...Ayrıca Phellos. 12 odalı butik bir otel... Otelin içinde Kristal restoran var. En sıkı müdavini Rahmi Koç diye konuşuluyor. Misafirlerini burada ağırlıyormuş. Otelin önündeki küçük bir iskeleye tekneleriyle gelenler oluyor.

Şile’den sonra Ağva’ya yolculuk etmek isterseniz ki bence istemelisiniz , yol orman içinden geçen sizi dünyadan kopartacak kadar güzel ve yeşil bir yol... Ağva, Şile’nin bir kıyı kasabası. Ağva, Hititler, Frigler, Romalılar ve Osmanlılar gibi bir çok uygarlığın geçiş yeri olmuş. Kalemköy, Hacıllı Köyü, Gürlek Mağarası ve Hisartepede bulunan kale kalıntıları, size tarihi yönden çok çekici gelici noktalar.

Kilim Koyu, Gelin Kayası, Saklı Göl mutlaka keşfedilmesi gereken yerler. Gelin Kayası denmesinin sebebi, beyaz olması ve duvaklı bir geline benzemesi. Konaklamak istediğinizde ise, seçenek oldukça fazla. Özellikle nehrin kenarında olan oteller revaçta. Diziseverler, birçok diziden hatırlayacakları oteller ile karşılaşabilir. Yöresel pazarları seviyorsanız, Cuma günü kurulan pazarını kesinlikle gezmelisiniz...

Yazının devamı...

Ya gel ya da git...

Heyecanımdan size geçen hafta bahsetmiştim. “Çağan Irmak imzalı Unutursam Fısılda filmini sabırsızlıkla bekliyorum” diye. Sanırım 29 Ekim’deki ilk seansta kendimi o koltuklara atacağım. Filmde o kadar çok yazılacak, konuşulacak şey var ki. Dünya akıllısı Irmak, sondan bir önceki golünü, filmde yer alan Kenan Doğulu’nun söz ve müzik imzalı “Ya gel ya da git” ile attı.

Farah Zeynep Abdullah’ın seslendirdiği ve filmin karelerinin yer aldığı kliple, on puanlık iş çıkardı. Bir oyuncunun, oyun gücü dışında sesinin de ne denli önemli olduğunun göstergesi ile karşı karşıyayız. Diğer şarkılarından da umutluyum. Türk sinemasının yer alan ve efsaneleşen isimlerinin, bir dönem Belkıs Özener’in sesinden şarkılar ile endam ettiğini de yine hatırlayalım. Günümüzde ise, ekranlarda parlayan birçok star ne yazık ki dublaj sayesinde benlik kazanıyor. Kurtlar Vadisi’nin Polat Alemdar’ı Necati Şaşmaz’ın gerçek sesini duyduğumuzda yaşadığımız şoku hatırlarsınız... Peki, Gönülçelen dizisinde Tuba Büyüküstün’ün canlandırdığı Hasret karakterinin şarkı söylediği sahnelerdeki sesinin kendine ait olmadığını biliyor muydunuz? Mehmet Aslan, Özcan Deniz, Azra Akın, Beran Saat, Nebahat Çehre... Aklıma ilk gelenler. Şarkı Farah Zeynep Abdullah’a çok yakışmış. Özellikle genç seyircilerin üstüne oynanan filmin altın vuruşu bu kliple geldi.

Aşkta ilk 5

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.