Şampiy10
Magazin
Gündem

Ayrıldıklarına siz de inanamayacaksınız

İnanasım gelmiyor. Oysa geri dönüyorlar diye öyle seviniyordum ki. Aşklarına bayıldığım muhteşem ikili magazin dünyasına bomba gibi düşen bir açıklama yaptı: Ayrıldık! Böylece “aşka inancım da kalmadı” artık. (Son yazdığım bu cümle bir Mustafa Sandal şarkısıdır.) 1976’dan 2011’e kadar 3 kere evliliğin eşiğinden dönen çift, Kermit ve Miss Piggy resmen ayrıldı! Yüzünüzdeki üzüntüyü görür gibiyim. Ben de gerçekten inanamadım! Çocukluğumuzun kahramanları bu sevimli kurbağacık ve domuzcuğun kıskançlık krizlerine, kavgalarına ve sonunda barışma seremonilerine bayılırdım. 22 Eylül’de ABC televizyonuna geri dönüşü açıklanan The Muppeth Show’un başrol karakterleri, bu açıklamaları ile gündeme oturmayı başardılar. İşte o talihsiz açıklama:

“Dikkatlice düşünüp, düşünceli bir şekilde dikkate alıp, dikkatli bir şekilde didiştikten sonra, romantik ilişkimizi sonlandırma kararı aldık. Televizyon (“The Muppets” bu sonbahar ABC’de) ve şimdi bilinen yahut sonradan icat edilecek tüm medya alanlarında, sonsuza kadar ve tüm evren genelinde beraber çalışmaya devam edeceğiz. Fakat kişisel hayatlarımız artık birbirinden ayrı ve belirgin olacak ve başka kişilerle, domuzlarla, kurbağalarla falan görüşmeye başlayacağız. Bu şahsi meseleyle ilgili son yorumumuz budur... Doğru teklif gelmediği sürece… Anlayışınız için teşekkürler.”

Söylediklerinde son derece ciddi ve tutarlı görünüyorlar, değil mi? Sanırım bu iş gerçekten bitti. Yine de emin olmak için, 22 Eylül’de başlayacak yeni şovlarını izlemek gerekecek. Aslında bu kampanya biraz da tanıdık gelmedi mi? Bizde de dizi oyuncuları özel yaşamlarında beraberler, ayrıldılar söylentileri ile reklam yapmıyor mu? Dizi bitince de “iş” bitmiyor mu? Hemen başkaları ile gözüküp, işe nokta koymuyorlar mı? Reyting denen sisteme malzeme vermiyorlar mı? Bu da Kermit ve Miss Piggy’nin reyting numarası. Patronlar böyle uygun gördüyse, ne yapsın çocuklar?

Empire yeni sezon dedikoduları

Geçen sezonun en başarılı dizilerinden biri olan Empire’ın konuk oyuncu listesi bayağı heyecanlı olmaya başladı. Yurt dışında birçok haber kanalında yayınlanan haberler, ağzımızı sulandırmaya yetiyor bile… En son Mariah Carey’nin yer alacağı konuşuluyor.

Müzikal drama dizisi Empire, ilk sezonunda en yüksek izlenme oranı elde etmeyi başaran diziler arasında yer alıyor. Yeni sezonda dizi, ilk sezonun aksine 12 değil tam 18 bölümden oluşacakmış. Fakat bu uzatılmaya karşın, sezon içerisinde ufak bir aranın da olacağının sinyalleri şimdiden verildi.

2. sezonda Chris Rock, R&B yıldızı Alicia Keys ve rock müzik yıldızı Lenny Kravitz gibi konuk oyuncuları da kadrosunda dahil edecek olan Empire dizisinin başlama tarihi ise, Eylül 2015 olarak görünüyor. Bakalım Empire aynı başarıyı, daha uzun olan 2. sezonunda da elde edebilecek mi?

Yazının devamı...

Spor ayakkabı deyip geçme!

Markalar kendilerini yenilemek, klasik tarzlarına kan kazandırmak için farklılık peşindeler… Kadrolarına genç tasarımcılar katarak, piyasada satışlarını hareketlendiriyorlar. Çocukluğumuzdaki çizgi film kahramanlarını markaların logoların üstünde görüyoruz. Akıllıca bir evlilik aslında. Bu tasarım furyasında Adidas da kadrosuna ünlü bir isim kattı. Hikaye aslında şöyle başladı...

İlk önce Adidas, tüm moda dünyası tarafından başlarda küçümsenen Japon tasarımcı Yohji Yamamoto ile anlaştı. Minimalist tasarımlar yapan Yamamoto, Adidas ile anlaştığında sert eleştiriler aldı. “Sporcular için terzilik mi yapacaksınız?’’ gibi, alaycı sorulara hedef oldu. Ama Adidas için tasarladığı boks ayakkabıları tüm dünyada bir trend haline gelince, zaferini ilan etti. Hepimiz de aldık giydik. Sonra da taklitleri dünyayı sardı. Ayakkabılar dışında yaptığı şık spor takımları, şortlar ve bir sporcunun sahip olması gereken onlarca koleksiyonun satışları dünyada patlayınca, Adidas 2000’lerde diğer markalara fark attı.

Yomamoto’dan sonra Stella McCartney ise Adidas’ın bir başka keşfi oldu. Taytlar, bodyler, mayolar ve arkasında Swarovski taşlarla Stella McCartney yazan ceketler satışa sunuldu. Hâlâ bugün de çalışmalarını beraber sürdürüyorlar. McCartney imzalı 2015 yılı ilkbahar ve yaz koleksiyonu yine satışta. Bundan birkaç yıl önce, Selena Gomez, Justin Bieber tasarım ekibi ile birlikte çalışarak harika modeller sürdüler piyasaya. Jeremy Scott ise Moschino tasarımları başlamadan önce melek kanatlı, ayıcıklı hatta simokin giydirdiği modeller ile markanın piyasada yerini bir kez daha sağlamlaştırdı ve tasarımlarıyla markayı uçurdu. Yaratıcılığın sonu olmadığını bir kez daha gördük.

Şimdilerde bol ödüllü şarkıcı Pharrell Williams bir koleksiyon hazırlıyor. Hayran olduğu, 2004’te Pritzker Mimarlık Ödüllü’nü alan ilk kadın mimar olan Zaha Hadid ile çalışma yapmak için kapısını çalmış. Daha öncesinde mimariye olan katkılarından dolayı CBE’ye layık görülen ve Beyrut Amerikan Üniversitesi’nden onur diploması alan Zaha Hadid’in mimarlık bürosu 350’den fazla çalışanı ile Londra’da bulunuyor. 2008’de Forbes dergisinin “Dünyanın En Güçlü 100 Kadını” listesinde 69’uncu olmuştu. Ortaya çıkacak tasarımı merakla bekliyoruz…

Adidas nasıl ortaya çıktı?

Adidas ve Puma markalarının ortaya çıkışı, 1924 Alman Adolf (Adi) ve Rudolf Dassler kardeşlerin atletizmle ilgili ayakkabılar üretmek için ‘Gebrüder Dassler OHG’ şirketini kurmalarıyla başlar. Fakat İkinci Dünya savaşı sonrasında iki kardeş siyasi görüşleri nedeniyle ayrı düşer ve yollarını ayırmaya karar verirler. Bu ayrılıktan sonra, iki kardeş hiç konuşmaz.

Rudolf ya da Rudi, nehrin diğer yakasında Puma’yı, Adolf (Adi) ise nehrin öbür yakasında isminin ve soy isminin ilk hecelerinden oluşan Adidas’ı kurar.

Herzogenerauch da iki kardeşin ayrılmasıyla kasaba halkı bile Adi’ciler ve Rudi’ciler diye ikiye ayrılır. Savaş sonrasında yokluk ve işsizlik nedeni ile Adidas’la Puma kasabadaki tek başarılı işletmelerdir. Kasabanın kalkınmasını neredeyse sadece bu iki kardeş firma sağlar. Önceleri, annelerinin evinde, elektrik olmadığı için bisikletten elde ettikleri enerjiyle deri keserek ayakkabıya dönüştüren Dassler kardeşler, Adolph 1978 yılında öldüğünde tam 29 yıldır dargınlardır. Yıllar sonra Rudi öldüğünde o da nehrin diğer yakasına gömülür. Bu azimli ve başarılı iki kardeş, dargın olarak yıllarca birbirleri ile konuşmadan dünyaya gözlerini yumar. 90 yıldır, bugün hâlâ tüm dünya yarattıkları markaların hikayesini konuşur.

Yazının devamı...

Çok yakında ekranlarda

Yarışma programlarını kendimi bildim bileli çok severim. Ailecek seyrettiğimiz “Bir Kelime Bir İşlem”den, “Çarkıfelek”e, oradan Cenk Koray’ın kutuları açmasına kadar, televizyonda yayınlanan her yarışmayı çocukluğumdan beri sıkı izliyorum. O zamanlar çevirmeli telefonla yarışmaya girebilme şansımı birkaç kere yoklamadım da değil hani. Şimdilerde teknolojinin bizlere sunduğu şans mı desem şansızlık mı? Artık internet üzerinde ‘okey’ de oynaya biliyoruz (dördüncü beklemeden), Kelimatör sayesinde sinirlerimizi zıplatabiliyoruz. Facebook üzerinden hak kazanmak için gönderilen davetlerden tamam, hepimize gına geldi ama bir gerçek de var... İlgilenmiyor gözüksek de sanki kaptırmak korkusu ile uzak duruyoruz. Candy Crush yüzünden az delirmedik, değil mi? Sırf bu oyunda hak kazanmak için kredi kartını patlatan arkadaşlarım oldu.

Ekranlarda yeni başlayacak yarışma programlarına gelelim... Şimdilerde iki yeni projenin heyecanına kapılmış durumdayım. Yurt dışında uzun yıllardır yapılan, bizde ne zaman başlayacak diye meraklandığım, Star TV’de ‘Çok yakında’ diye reklamları ile karşılaştığımız Big Brother ve TV8’in yani Acun Medya’nın uzun zamandır yayın hakkını elinde bulundurduğu Rising Star şarkı yarışması.

120 ülkede 320 sezon

Dünyanın en büyük televizyon yarışmalarının yaratıcısı ve yapımcısı Endemol Shine’ın, öyle başarılı yarışmaları hayatımıza soktu ki…‘Var Mısın Yok Musun’, ‘Wipe Out’, ‘Fear Factor’, ‘Master Chef’ bunlardan sadece birkaçı. Hepsi de birer televizyon fenomeni aslında. İşte Big Brother da bu ellerden çıkma. Şaka değil, 120 ülkede 320 sezondan fazla yer almış bir yarışmadan bahsediyoruz. Neden bunca zamandır Türkiye’de yapılmadığını merak ederim. Mesela, neden Acun Ilıcalı bu yarışmaya el atmayıp, bekledi? Dünyanın birçok ülkesinde yarışmaya katılanların sevgili olup kameraların önünde uygunsuz halleri manşet de olmadı değil hani.

100 gün boyunca, eve dönüştürülmüş bir stüdyoda birlikte yaşayan, fiziksel güç gerektiren ve yeteneklerini yarıştırdıkları oyunlardan başarıyla çıkmaya çalışan yarışmacılardan biri, büyük ödülün sahibi oluyor. Biri Bizi Gözetliyor evinin yarışma formatı bu resmen. Henüz başlama tarihi verilmiyor. Sanki Rising Star başlasın, biz öyle hayata geçelim havası da yok değil. Hadi, bir an önce başlasın artık.

Yepyeni ses yarışması

Rising Star, bizde Yükselen Yıldız adıyla TV8’de 3 Ağustos’ta başlıyor. Popstar’da jüride döktüren Demet Akalın ekranlara geri dönüp, jüri koltuğuna Mustafa Sandal ile oturacak. Akalın’ın bizi keyiflendireceği kesin. Ilıcalı uzun ve yoğun görüşmeler sonunda Rising Star ses yarışması formatının haklarını satın almayı başarmış. Rising Star yarışmacılarını stüdyodaki jüri üyeleri hariç evden o yarışmacıları izleyen seyircilerin online katılımı ile yani kim gitsin kim devam etsin söz hakkıyla sürecek. Tüm Türkiye kendi yıldızını kendi seçecek hem de tüm sorumluluklarıyla.

The Charlatan’s ile 70’lere bir yolculuk

Efsanevi İngiliz rock grubu ‘The Charlatans’, 14 Ağustos günü KüçükÇiftlik Park’ta BKM organizasyonuyla Türk müzikseverlerin karşısına çıkacak. 1990 yılından bugüne, 12 albümle büyük hayran kitlesine sahipler ve son olarak da dünyanın en prestijli açıkhava festivallerinden Glastonbury’de sahne aldılar. Şarkılarında 60’lar ve 70’lerin melodik sound’una sahip olan grup ile o dönemlere yolculuk yapmaya hazır mısınız?

Yazının devamı...

Dizilere direnme

Yabancı dizi furyasına kendimi kaptırmamak için bu yıl bir yöntem uyguladım. 50-60 dakika süren dizi, 12 bölüm sonunda da sezonu bitiriyor. (Bu konuya sonra döneriz) İşte bir sezon bitmeden, o diziye başlamadım. Hatta başlamamak için direndim. Tamam, kabul ediyorum. Game of Thrones’un 5’inci sezonundan bir-iki bölümü çok özlediğim için tam gününde seyrettim. Yine de sezon finaline kadar dişimi sıktım. Genelde dizilerin sezonları bitmeden başlamamak huzur verdi.

Bizim kanallarda 60-65 dizinin yaz sezonunda başlamasıyla da ilgilenmedim. Yepyeni genç yüzleri dizilere bağlamak için özellikle de jönlerin havuzlarda bolca yüzdüğünü izledik. Spor salonlarında ya da bir yerde sinirlenip, üstü çıplak bir şekilde kum torbalarını yumrukladığı o sahnelerden, bazen yan gözle bakıp kaçtığımı söyleyebilirim.

Birbirine aşık ama bir türlü birleşemeyen, aşklarını itiraf edemeyen çiftler... Bu tarz senaryoların da aynı terane üzerine gitmelerinden bunaldım. Çiftlerin birbirini yemesi ile amma uğraşıp duruyoruz. De ki tuttu. O zaman da uzadıkça uzayacak. Mesela, katmerli o rüya sahneleri muhakkak konacak. Uzaktan akrabaları gelip gelip diziye konuk olacak. Ya da neyse, tahmin etmekte hiç de zorlanmadığımız öyle şeyler... Oysa dünyadaki diziler 12 bölüm, 50 dakikalık serüvenler ile milyonlarca hayran kitlesi ve fenomen yaratıyor.

Game of Thrones sevenlere de yurt dışında Muhteşem Yüzyıl önerilmiş. Seyredemezler. Uzun uzun ekrana bakan oyunculara, konuşması için adeta ağızlarına düşerek bakmak zorunda kaldığımız o sahnelere dayanamazlar. Tabii o saatlerce süren her bölüm bir güzel montajlanırsa, tadından yenmeyebilir de.

Sense8 dizisine kaptırma turları

Yurt dışında takip ettiğim bloglarda Sense8 dizisi sürekli önüme çıkıyordu. Fragmanlarını seyrettiğimde ağzımın sularının aktığını söylemeliyim. Matrix serisi filmlerine imza atmış Wachowski kardeşler işin içinde olunca, gel de heyecanlanma? Andy ve Lana Wachowski kardeşler, Sense8 ile televizyona ilk adımı attılar. Bu iddialı yönetmenler birden The Wachowskis diye anılmaya başladı. Bunun nedeni, kardeşlerden evli olan Larry Wachowski’nin cinsiyetini bir trans birey olarak devam etmeye karar vermesiydi. Lana Wachowaki olarak değiştirdiği adı ve görüntüsüyle “Cloud Atlas” filminin galasına katıldı. Bugüne kadar basının önüne çıkmayı sevmeyen kardeşler Lara’nın yeni yüzü ile ortaya çıktıklarında ise, başarılarından bir şey kaybetmediler. Bir numara olmaya devam ettiler. Hatta Lana, İnsan Hakları Derneği’nin LGBT bireyi olarak Görünürlük Ödülü’ne layik görüldü.

Sense8 ise 8 kişinin telekinetik bir şekilde birbirleriyle bağlanmasını ve birbirlerinin hayatlarına dokunmasını anlatıyor. Dünyanın bambaşka yerlerinde yaşayan, farklı ülkeler, farklı kültürler ve farklı cinsiyetlerde olan bu 8 kişinin; bir anda birbirlerinin hafızasına, yeteneklerine ve dillerine sahip olması işleniyor. Karakterler bir yandan bu gizemli olayın neden olduğunu araştırırken, bir yandan da yaşama tutunmaya çalışıyor. Birbirleriyle iletişim kurmaya başladıkları andan itibaren sıkıntılarına yardımcı oluyorlar. Birbirlerine aşık, dost oluyorlar. Sense8’ın 2. sezonunu sabırsızlıkla bekliyor olacağız.

Yazının devamı...

Orada bile rahat yok

Seyahatten dönmüşüm. Bavulumu boşaltıyorum. Bir yandan da kulağım televizyonda. Haberlere kulak kabartıyorum. Sıkıntılı. Ölüm, kaza gibi... Spikerlere göz atıyorum. Suratlar asık. O haberlerle haşır neşir ola ola, arasıra da olsa, nasıl bir tebessüm etsinler? Bir de arkadan çığlık çığlığa haberi seslendirenler! Biraz dışarılarda kaldıktan sonra, bizimkiler ilk başlarda garip geliyor insana. Hep de öyle oluyor. Gel de zaplama? İşte o sıra Kayahan haberine takılıyorum. “Beste Acar mahkemeye başvurdu. Babasının hesabının komadayken boşaltıldığını, 445 bin TL çekildiğini iddia etti. ‘Babam yaşam savaşı verirken para kaçırmışlar’ diye suçlayarak babasının mal varlığının tespiti için dava açtı.”

Ne böyle apar-topar? Yangından mal kaçırır gibi böyle? Beste dediğin, çocuk değil. 41’ine merdiven dayamıştır. Başından üç evlilik geçen, görmüş geçirmiş bir kadın. Yakışmıyor. Beste’nin ilk evliliği sırasında olanları da rahmetli Kayahan, “Bizim için yüz karası” diye değerlendirmişti. Yanılmıyorsam ikinci evliliğini de uygun bulmamıştı. 3. eşi Engin Haravon için ise, “Beste’nin şimdi doğru adamı bulduğunu sanıyorum” demişti.

İpek Açar avukatı aracılığıyla yaptığı açıklamada, eşiyle ortak hesaplarındaki para hareketlerinin Kayahan’ın istek ve iradesine uygun olduğunu belirterek şöyle dedi: “Kayahan Açar’ın 20 Mart’ta uyutulduğu iddiası da doğru değildir. Kendisi yoğun bakım ünitesine dahi 23 Mart’ta alınmıştır. Uyutulması ise daha sonraki günlerde olmuştur. Bu durum hastane kayıtlarında da açıktır.

İddialarda geçen banka hesapları ve meblağlar, Açar çiftinin 22 yıllık mutlu birliktelikleri süresince oluşturdukları müşterek birikimleri ve banka hesaplarıdır. Hesaplar üzerinde yapılan tasarruflar, müvekkilem İpek Açar’ın yasal hakları kapsamında ve her aşamada müteveffa Kayahan Açar’ın istek ve iradesine uygun olarak gerçekleştirilen tasarruflardır.”

İpek Açar da daha sonra Instagram hesabından Beste Açar’ı ima ederek, Kayahan’ın da sıklıkla dediği gibi “Allah ıslah etsin” açıklamasını yaptı. İpek Açar tarafından yazılan açıklama: “Kayahan’la birlikte Beste Açar’a ve onun oğlu Oben’e yıllar içinde yaptıkları maddi desteği detaylı olarak ortaya koyacak. Beste Açar’ın kredi kartı borçlarının ve oğlunun eğitim masraflarının Kayahan ve İpek Açar’ın ortak hesabından karşılandığı açıklaması da olacak.”

Kayahan’ın kızı Beste’nin açtığı ‘terekenin tespiti’ davasında mahkeme, sanatçının banka ve tapu kayıtlarını inceleme altına aldı. Mahkeme ayrıca, söz yazarı, besteci ve yorumcu olan Kayahan’ın, üyeliklerinin bulunduğu MÜYAP, MESAM, MÜYOBİR, MSG, Müzik-Bir ve Müya-Bir gibi müzik birliklerine yazı yazarak ünlü sanatçının 2014-15 yıllarında telif gelirinin

ne kadar olduğunu ve hangi hesaplara kimin adına hangi dayanak belgelerle ödeme yapıldığını sordu. Yani, Kayahan’ın eşine bıraktığı telif haklarından da pay isteyecekler.

Beste Haravon, dilekçedeki iddiaların basına yansımasının ardından Facebook hesabında da babasına ithafen duygusal bir yazı paylaştı:

“Sana hep o kadar güvenip yaslanmışım ki, değil yürümek ayakta bile duramıyorum artık. ‘En güzel bestem’ dediğin beni babacığım çok üzüyorlar. Senin yanında hazır olda duranlar kral oldu. Tam yerinde bir atasözü; öküz öldü ortaklık ayrıldı. Bir saat kalkıp gelsen, anlatsam sana yine, beni kurtarsan onlardan. Elimi tutup çocukken düştüğümde yaptığın gibi ayağa kaldırsan beni.

Çok ihtiyacım var.”

Kayahan gibi, yıllarca kanserle mücadele eden bir insan, mirasının nasıl bölüştürüleceğini sizce hiç mi düşünmedi? Yok tapu araştırmaları, yok MÜYAP başvurmaları gibi… Bunu da sıcağı sıcağına yapmalar! İnsan babasının anısına, saygısına yakıştıramaz. Ama işte, para böyle. Baba maba dinlemiyor. İnsan mezarında bile biraz rahat kalamıyor.

Yazının devamı...

Michelin yıldızlı restoran âdabı

Bol yıldızlı ünlü şefin restoranındayız. Çok heyecanlıyım. Paris’te okumuş, büyümüş kız arkadaşımın verdiği spor siyah ceket omzumda. Restoranın kapısında duran muhteşem melez kadın, tüm arkadaşlarıma sevgi ile bakarken, gözü omzuma attığım monta takıldı. Mont marka, albenisi de bir başka ama melez hanım gözlerini dikti. Kız arkadaşıma dönerek, “Beyefendiyi içeri alamam, o da ceket giymeli” dedi. Söylenmeye başlayacaktım ki, güzel melezimiz bana bir ceket getirebileceğini söyledi. Az sonra cuk diye üstüme oturan bir siyah blazer ceket ile yanıma geldi. İç cebinde alarm olan ceket ile içeri girdim.

Ee, bir iki kadehten sonra sıcak basmaya başladı. Fransız vari Türk kızımızın yarı Türkçe yarı Fransızca azarlarıyla, o ceketi saatler boyu üstümden çıkaramadım. Ayıpmış. Yanıyorum. Yok… Yakışmaz. ‘Racona’ ters. Siparişler verildi. İçeride kristallerin tavandan tek tek taş olarak sarktığı klasik bir otelin, nasıl böylesine güzel dokunuşlarla aslı bozulmadan modernleştiğine hayran olduk hepimiz. Aynı anda gelen, aynı anda önümüze konan tabakları, uzman arkadaşlarım tahlil ederken, onları makaraya almamak da olmaz. Ama aynı anda gözlerini kapatarak tadına bakmaları yok mu! “Hımm, şunun içinde şu şu var. 5 saniye sonra da şunu eklemişler” gibi. Daha da daraldım.

Bu tahliller sürerken kız arkadaşım, o Fransız şivesi ile küçük bir çocuğu azarlayan annesi gibi, “Dirsekler masaya konmaz Burakçığım” demesin mi? Peki canım. Sıcak daha da sıcak olacak... Karşı masada, ara sıra minik öpücüklerle oturan çifte takıldı gözüm. Aynı estetik doktoruna gitmişler, besbelli. Tüm dünyada selfie hastalığı var ya... Ona da karışan kız arkadaşıma yine boyun eğdim. Burak ses çıkarma.

Masadan kalkmak neden mi ayıp!

Sipariş ettiğimiz ana yemek gelene kadar aralarda ufak ufak tadımlar geldi. Garson uzun uzun anlatıyor ama yavaş yavaş konuşarak. Yüksek sesle konuşulması belli ki çok ayıp. Haklılar. Yan masayı dinlemek zorunda kalmayı ben de sevmem. Belli ki, topu topu 15 masası olan mekanı erken terk etmesinler diye servis ağır. Bunu söyleyince, kızdan Fransızca bir sert çıkış. Gene sustuk. Benim aklım, Leon de Bruxelles’e gidip, mideye midye indirmede arkadaşlar. Uzun saatler sonra ana yemeklerimiz nihayet geldi. İstanbul’da olsa kavga çıkardı.

Ana yemekten bir çatal aldıktan sonra, hem tadından hoşlanmadığım için hem de ihtiyaç molası vermem gerektiğinden masadan kalktım. Ne oluyor? Etrafımı iki salon şefi, bir garson sardı. Kibarca, “Sorun mu var?” dediler. “Tuvalet ne tarafta?” dedim. Kapıya kadar eşlik edip, beni bodygourd’a teslim ettiler. Sonra salona döndüm. Eee beni kapıya götüren şefler neden masama almıyor. Suratıma bakmıyorlar. Bizimkiler buz kesmiş, asık suratla, “Sen ne yaptın!” diye çıkışmazlar mı? Baktım masada tabaklarım ve servisim yok. Hepsi kaldırılmış.

Fransızca aksanlı Türk kız arkadaşım, “Çok ayıp çok! Bizi zor durumda bıraktın” diye tersledi. Biri açıklasın, ben ne yaptım? Efendim, bu ünlü şeflerin yemekleri masaya gelince kalkınmazmış. Yemek bitene kadar masada oturulurmuş. Yemek geldikten sonra kalkılırsa, şefe hakaret sayılırmış. Ben bu kadar yurt dışı seyahati yaptım. Onlarca, yüzlerce yerde yemek yedim... Böylesini duymadım, görmedim. Demek daha bir şey görmemişim.

Olaydan sonra masamıza servis yavaşlamıştı. Tatlı servisine kadar. Uzun aralarla, saatlerce devam etti. Masadan kalkmaya ürken ben, sonunda dayanamayıp, “Bari bir kapıya çıksak da, hava alsak” dedim. Tam hamle yaparken şef kulağıma eğilip, “Kahveleriniz geliyor, lütfen bekleyin” demez mi! “Ben çıkıyorum, sizi kapıda bekliyorum!” dedim. O gece o restorandan en son çıkan ekibimizin, Paris sokaklarına akıcak hali kalmamıştı. Siz siz olun, aman dikkat edin. Yıldızların altında ezilmeyin...

Yazının devamı...

Paris, daha fazla üstüme gelme!

Bizim ekibin yurt dışı seyahatleri meşhurdur. Bugün o seyahatlerin birinde başıma gelenlerden bahsetmek istiyorum. Çok sık karşımıza çıkmayacak türden, sevimli bir hikayeden…

Hikayemizin başrol şehri Paris. Ekibimize yeni katılan, uzun zaman eğitimini bu şehirde yapmış şefimiz ve iki arkadaşım, benden birkaç gün önce şehre ulaşmışlardı. Ben de yeni başlamış ünlü bir şovu seyretmek üzere aralarına katılacaktım. İstanbul’da şovun biletlerini satın aldıktan sonra, Paris için yola çıkmak için uçağa bindim.

Paris trafiğine ne olmuş öyle? Normal süreden bir buçuk saat geç vardım havaalanından şehir merkezine. Bir süre sonra biten telefon pilimin krizi de beni boğmaya başladı. Gerçi, ne dert ediyorum? Paris’i otomobilin penceresinden seyretsene öyle.

Yok, durum öyle arka koltukta rahat rahat yayıla yayıla, keyif yapabileceğim bir durum değil. Her şey saati saatine programlı. Otele gidip bavullar bırakılacak. Üst değiştirilecek. Şova yetişmeden bir şeyler atıştırılacak. Ama nerde! Kaybedilen o bir buçuk saat yüzünden hem şovdan, hem de yemekten oldum. Biten telefon pilim yüzünden arkadaşlarıma da ulaşamadım. Otele vardığımız zaman, taksiye ödeme yapmak için elimi cüzdanıma attığımda ise karşıma çıkan para ile, “Şimdi bir kez daha yandık” dedim içimden.

Taksi şoförü ve birçok esnaf, yüksek rakamlardaki euro’yu asla almıyor. Bendeniz, parayı İstanbul’da bozdurmayı unutmuşum. Doğru koş resepsiyona, bozsunlar değil mi? Yok efendim yapamazlarmış; “Karşı kaldırımda, 200 metre kadar uzakta döviz ofisi var, orada bozdurun.” Peki... Yağmurlu bir Paris havasında, bavul lobiye teslim edilerek döviz ofisine koşulunur. Talih bu ya, dükkan kapanmış.

Islak, gergin ve uzun yolculuk sonrası sakinliğimi korudum. Tekrar otele geri döndüm ve rezervasyonumu söyledim. Arkadaşlarımın beni beklediğini, parayı bozamıyorlarsa, ödemeyi taksiye onların yapmasını ve sonra onlara nakit ödeme yapacağımı belirttim. Müdürler arandı, bir telefon trafiği döndü. Makbuzlar, fişler kesildi, imzalar atıldı... Dedim ki, “Eyy Paris, duy sesimi!”

Gerginim. Tabii, uzun süren trafik macerası iki katı ödenen taksi bedeli de başka bir gerginlik sebebi.

Arkadaşlarım beni beklemekten yorulmuşlar, odalarında değiller haliyle. Telefonu şarj ettikten sonra kendilerine ulaştığımda, “Bekle. Şovu kaçırdık ama, harika programımız var. Sakin ol” tembihleriyle otelde beklemeye başladım. Üstüne basa basa tembih ettikleri bir başka şey de, “Siyah giyin. Umarım ceket getirmişindir?”

Hoppala! Paris, bu kadar üstüme gelme… Lobide buluştuğum arkadaşlarımdan, ceketim olmadığı için ufak ufak azar işittim. Sürprizleri bir harikaymış ama, korkarım beni içeri alamayabilirlermiş, ceket yüzünden. Bana hazırladıkları harika sürprizin ne olduğunu da öğrendim: Dünyaca ünlü bol Michelin yıldızlı şefin yeni açtığı lüks restoranda bir akşam yemeği.

YARIN:

Siyah giymek şart...

Ceket işini nasıl çözdük...

Peki o yıldızlı yemeklerin başıma açtıklar...

Yazının devamı...

Demet Akalın’ın Madonna Damarı

Beklenen albüm çıktı. Pırlanta, pırlanta değerinde bir albüm olmuş.

Sabah ofise geldim. Herkes bir parti havasında. Ne oluyor dostlar, ne bu haliniz? “Koş Burak, nasıl kaçırırsın? Demet Akalın’ın albümü çıktı.”

Verilen tarihten bir gün önce. Gece i-Tunes’a düşmüş, haber veren yok.

Sabah 1 numaraya yükselmiş hemen. Hatta indirme rekoruna koşuyormuş. Bir o yana bir bu yana giderek yorumları alıyorum. Bizim koyu rockçı kızımız bile bana dönüp “Günaydın Abla”yı dinle derken manalı manalı tebessüm etti. Peki o Paris’te okumuş parizyen kızımıza ne demeli?

Benim favorim “Matmazel” … Durun beni benle bırakın, albümü hemen bir dinleyeyim. Sanatçının birkaç gün önce instagram hesabından nakaratlarını dinlediğim albümü hatmedeyim. Herkes olmuş Akalın fanı.

Kimse benden daha çok sevemez ofiste, bir kendinize gelin bakıyım.

Pırlanta’yı yaz albümü sanmayın. 2015’te çok duyacak, çok dinleyeceksiniz. Akalın albümlerinin içinde en iyilerde bir yerde olduğunu size söylemek isterim. Harika isimlerin şarkılarda imzası var. Akalın’nın iyi koku alır. Tüm piyasada konuşulan da budur. Eğer bir şarkı yakaladıysa peşinden koşar, ne yapar eder onu albümüne koyar.

Hatta şehir efsaneleri de vardır. Gecenin bir yarısı bestecinin birinden telefon gelir. Şarkıyı mırıldanır. Atlar pijamalarıyla, uzun bir yol kat der ve o şarkı albümün hiti olur.

Başarı kolay kazanılmıyor. Demet Akalın olacaksan, tuttun mu bırakmayacaksın. Hatta onunla çalışma ayrıcalığına uğrayan ‘arkadaş’, sen de onun rakibine koşup parçanı ‘satma’yacaksın.

Albümün ‘Ders Olsun’ mixi kulübleri inletir. ‘5 yıl’ şarkısındaki Berkay imzasına şaşırdım. Hatta vokal yaptığı bölüm için Akalın’dan azar da işittim.

Gerçekten Berkay mı? dedim. Ağzımın payını aldım. ‘O yazdı, kim yapabilirdi ki vokali?!’ diye. “Günaydın Abla” diye mesajını da albümünden vermiş oldu. O şarkı da slogan olur.

Sezen Aksu şarkısı, “Bekleyemedin mi?” “Üç beş ay olsun. Bari ayrılığın senesi dolsun…”

Eskimez bu şarkı… Bir best of yaparsa Akalın bu şarkı da yer alır. Siz siz olun, bu şarkıyı üç beş kere daha dinleyip karar verin. Nasıl içinize işleyecek, görün. Ayrılan çiftlerin gönderme şarkısı olur…

Başlıkta....... dedik ya, Akalın için… Dünya starı Madonna, Lady Gaga gibi kendini taklit eden, sahne şovlarından, kıyafetlerine kadar onun izinden yürüyerek “ben starım” diyen rakiplerine hep şarkılarıyla cevap verdi. Bitch im Madonna son klibinde de bunlara yer verdi.

Dedi ki, ben Madonna’yım, haddinizi bilin. Matmazel de işte böye bir şarkı… Mesaj yerine besbelli ulaştı Demet Akalın. Anlayana(!)”

Günaydın Abla”….

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.