Şampiy10
Magazin
Gündem

Yarım kalmış bir rüyanın peşinde

Diyelim ki, dalga seslerine saçma sapan müziklerin karışmadığı bir sahildesiniz, denize, ufka bakıp dinginliğin ritmini duyabildiğiniz. Küçük bir kilim, çay termosu ve belki bir sandviçten oluşan çantayla gelmişsiniz. Ve bir de kitapla...

İşte Turkuvaz Kitap tarafından romanları tekrar Türkçe’ye kazandırılan Alvaro Mutis, böylesi büyülü anlara yakışacak bir yazar... Onun şiirsel dili, nefis betimlemeleri, insanı yerine mıhlayan cümleleri, o sahil kenarında size büyülü bir okuma sunacaktır.

Gabriel Garcia Marquez’den sonra Latin Amerika edebiyatının en bilinen yazarı olarak tanımlanan Mutis’in Türkçe’de çıkan kitaplarının adı “Tropik Güncesi” ve “Son Rıhtım.” Her ikisinin kahramanı da aynı; Maqroll el Gaviero. Yani Marquez’in o “Hepimiz ve bu nedenle de ölümsüzdür” dediği kahraman... Çünkü Gaviero sıradan bir karakter değil. Neredeyse yazarından bağımsız bir varlık... İlk olarak 1950’lerde, Mutis’in şiirlerinde ortaya çıkmış sonra kendini uzun öykülerinde göstermiş ve git gide varlık kazanmıştır. Zaten “Tropik Güncesi” de Mutis’in bir sahaftan satın aldığı bir kitabın gizli bir bölümüne saklanmış güncesinden oluşuyor. (Ya da Mutis bize öyle söylüyor!) Bir mart ayının 15’inden bir haziran ayının 19’una dek tutulan bir günlük bu, Xurando isimli hayali bir nehri geçerken yazılan... Gaviero’nun bu yolculuğa çıkmasının nedeni ise birilerinin ona nehrin sonunda iyi para edecek kereste olduğunu söylemiş olması. Ama buradaki bıçkıhaneler nasıldır, neye benzer, kimler işletir, kereste ne kadardır kimse bir şey söylemez... Aslında yorum yapamaz.
Zaten roman ilerledikçe görüyoruz ki yolculuğun kendisi amacının önüne geçiyor. Tıpkı diğer tüm gezginlerin maceralarındaki gibi... Çünkü Gaviero Norveç’ten Anadolu’ya pek çok yolculuk yapmış, farklı kültürleri, coğrafyaları tanımış, yerinde duramayan biri. Bu nedenle de romanda şöyle bir cümleye rastlayabiliyoruz; “Anadolu’daki bir caminin bahçesine gömülü bir papazın boynundaki haç...”
Tekrar yatılan rüya gibi
Ama bu romanın beni çarpmasının asıl nedeni, -Latin Amerikalı bir yazarın uzak kültürler hakkında bile bu tür özel bilgilere sahip olmasından ziyade- yarattığı his. Bu birden uyanılan ve bu nedenle yarım kalan, tamamlayabilmek için tekrar tekrar yatılan rüyaların insanda bıraktığı hisse benziyor. Gün boyu her şeyi flulaştıran...

Ayrıca romanda öyle betimlemeler var ki, yine yarım kalmış bir rüya gibi insanın bir türlü yakasını bırakmıyor. İçlerinden birini ise buraya yazmak isterim; “Sanki bir kez daha gençliğimi yaşamaya gidiyormuşum gibi uykuya daldım, şimdi bir gecenin kısacık süresinde, ama hiç değişmeden, ne benim kendi ahmaklığım ne de herhangi bir hesap kitap ağır basmadan.”
Sanırım, şu an bir sakin bir sahilde olsaydım, bu cümleleri okuduktan sonra ufka, denizin rengine, gökyüzüne bir kez daha bakıp yarım kalmış rüyamı yani gençliğimi tekrar yaşama ümidiyle tatlı bir uykuya hazırlanırdım...

Yazının devamı...

Louvre’dan çalınan büstlerin Picasso’da işi ne?

Picasso, Matisse, Max Jacop, Hemingway, Breton vs... Eserleri, sanat anlayışları ve dünya görüşleriyle sadece sanat tarihini değil insanlığı da derinden etkiledi bu sanatçılar. Ve 20. yüzyılın başında sanki sözleşmiş gibi Paris’te yaşadılar, sanatlarını buradan dünyaya yaydılar. Bu da bu güzel Avrupa kentini modern sanatın başkenti kıldı.

Tabii bu sanatçılar sadece eserleriyle değil karakterleri ve yaşam biçimleriyle de birbirinden ilginç ve çarpıcıydı. Sel Yayıncılık’tan çıkan “Bohemler” kitabı, işte bu sanatçıların yer aldığı birbirinden ilginç ve sıra dışı olaya yer veriyor. Bunlardan en çarpıcı olanıysa hiç kuşkusuz, 1911’de, Leonardo da Vinci’nin ünlü tablosu Mona Lisa’nın Louvre Müzesi’nden çalınmasıyla gelişen olaylara ünlü ressam Picasso’nun nasıl da karıştığını anlatanı... Picasso’nun adının karıştığı Louvre Müzesi hırsızlığından Cèzanne’ın esprili zekasına kadar kitapta yer alan bu “tuhaf olaylar”dan birkaç alıntı:
Picasso’nun Louvre heykelcikleri!
1911’de Paris-Journal’in manşetteki haberi şuydu: Louvre Müzesi’ndeki La Giaconda (Mona Lisa) çalındı. 29 Ağustos’ta Gèry-Pièret adında biri aynı gazeteye müzeden üç heykelcik çaldığını itiraf edince Picasso bavullarını hazırlayarak Paris’e döner. Çünkü Picasso bu Gèry-Pièret’yi tanıyordur. Hem de çok iyi. Şair Guillaume Apollinaire onu “Guide des rentiers”de gazeteci olarak çalışırken tanımış ve Picasso’yla tanıştırmıştır.

Bu adam, 1917 Mart’ında 50 frank vererek Louvre’dan çıkarılmış iki taş iberik başı satın alır. O dönemde müze süzgeç gibidir. Hatta Francis Carco’nun (Fransız şair, yazar) anlattığına göre Roland Dorgelés (Yazar) müzenin “Galerie des Antiques” bölümüne heykeltıraş dostlarından birinin bir büstünü yerleştirmiş ve birkaç hafta süresince kimse bunu fark etmemiştir. Picasso da bir gün bir arkadaşına “Louvre’a gidiyorum. Bir şey getireyim mi sana?” diye takılır.
Gèry-Pièret bu çalıntı iki büstü Picasso’ya bırakmıştı. Ama asıl felaket şuydu: Mona Lisa’nın kaybolmasından sonra, üçüncü büstü Paris-Journal’e satmıştı. Üstelik şairin eski sekreteri gazeteye Mona Lisa’nın da kendisinde olduğunu söylemiştir.

Bunun üzerine Apollinaire, Picasso’ya heykelcikleri iade etmesini söyler ama ressam, antik ve barbar sanatın bazı gizemlerini keşfedebilmek için bu büstleri tahrip etmiştir. Bunun üzerine büstlerden kurtulmaya, Seine nehrine atmaya karar verirler. Ama beceremezler ve sonunda Gèry-Pièret gibi büstleri Paris-Journal’e gönderirler ve ertesi gün Louvre, gazete aracılığıyla heykelciklerine kavuşur. Ancak sonrasında polis Apollinaire’in kapısını çalar. Birkaç gün sonra da Picasso’nun... Ancak Picasso sorgu sırasında arkadaşını tanımadığını söyleyecektir!

Resim pazarlığı
Clovis Sagot, (resim satıcısı) Picasso’ya birkaç tuvalini almak istediğini söyler.
“Ne kadar?”der Sagot, “Yedi yüz frank” der Picasso. Bunun üzerine Sagot “Olmaz” deyince Picasso çekip gider. Ancak akşam yiyecek bir lokma ekmek bulamayınca uzlaşmaz tavrından pişman olur ve ertesi gün tekrar Sagot’ya gider. Sagot; “Fikrinizi değiştirdiniz mi?” diye sorunca “Başka tercihim yok” der. Sagot ise “Harikulade! Bütün resimlerinizi alıyorum. Beş yüz frank...” deyince Picasso şaşırır; “Yedi yüz! Ama dün...” dediğinde ise “Dün dündü!” der. Picasso yine öfkeli bir tavırla dükkânı terk eder. Ertesi gün benzer bir diyalog tekrar yaşanır ancak bu kez rakam üç yüz franktır ve Picasso artık pes etmek zorundadır.

Ünlü galericinin maceraları
Modern sanatın doruklarından kabul edilen Vollard Galerisi... Sahibi Vollard bir gün ünlü ressam Degas’yı yemeğe davet eder. Ressam daveti kabul etmek için yedi şart ileri sürer; yemeklerde tereyağı olmayacak, masada çiçek olmayacak, ortam fazla aydınlık olmayacak, kedi bir yere kapatılacak, köpek olmayacak, kadınlar parfümlü olmayacak, yemek saat tam yedi buçukta başlayacak.

Cèzanne’nin zekası
Vollard’ın uyku hastalığı vardı. Poz verdiği ressamlar özellikle Renoir, uyumaması için yalvarırdı ona. Bonnard onu uyanık tutabilmek için kucağına bir kedi koymuştu. Cèzanne işi daha da ileri götürerek onu bir tabureye, tabureyi de bir kerevetteki dört direğin üstüne yerleştirmişti.
“Düşerseniz, tabure de düşer, direkler ve kerevet de yıkılır! Sonra da uyanırsınız!” diyordu. Vollard işkence gibi gelen yüz on beş seans boyunca poz verdikten ve bazı talihsiz düşme olaylarından sonra ressama sorar;
“Yakında bitiyor değil mi?” o da “Pek sayılmaz” diye yanıt verir. “Memnun musunuz peki?” der Vollard, Cèzanne yanıt verir; “Gömleğin ön kısmından memnun olmadığımı söyleyemem!”

Max Jacop’un dostluğu
Picasso ve arkadaşı şair Max Jacop kiraladıkları bir odada birlikte yaşarlar. Bohem hayat zordur. Nöbetleşe uyurlar: Geceleri Max uyurken Picasso resim yapar. Gündüzleri Picasso uyurken Max çalışır. Max, bazı günler Maxime Febur adıyla galerileri dolaşır, kendisini zengin bir koleksiyoncu gibi tanıtır. Sorar:
“Picasso’nun resimleri var mı sizde?” Tanımadıklarında şaşırmış gibi yapar ve:
“Nasıl? Ama o bir dâhi! Böyle bir galeride bu çapta bir sanatçının eserlerinin bulunmaması büyük bir yanlış!” der. Max Jacob tanrının bir lütfudur Picasso için: Ona sadece yardım etmekle kalmaz aynı zamanda o güne kadar sadece hiyeroglif gibi gördüğü edebiyat dünyasını tanıtır. Ve Picasso her zaman yapacağı şeyi yapar: Kendini eğitir, bilgilendirir. Kendisinin de söylediği gibi vermez: Alır.

Yazının devamı...

Yalçın Küçük’ün neşesi!

Sebetayizm başta olmak üzere çoğu tezine de katılmam.
Ama kitaplarını merak eder, okurum. Ancak tezine değil de cümlelerine, paragraflarına yoğunlaşırım. Çünkü Küçük’ün, bazı cümleleri benim için gökyüzünde parlayan havai fişekler gibidir. Ufuk açıcı hatta sıçrama yaratan etkileri vardır.
Mesela Enis Batur’un Cogito Dergisi için yaptığı röportajdaki laiklik tanımı gibi... (Belki de Küçük’le yapılan en güzel röportajdır bu.)
Yalçın Küçük, röportajın bir bölümünde Refah Partisi’nin kapatılması ile ilgili verdiği dilekçenin nedenini anlatır. Ve der ki; “Refah Partisi’nin kapatılması ile ilgili dilekçeme gelince... Ben dine çok saygılıyım, din özgürlüğünü savunan bir adamım. Üniversitedeki öğrencilerim çok rahattı, türbanları vardı. Tabii hasta bakıcı, yargıç ayrı! Onların belli üniformaları var.
Ancak anti-türban ekibinin söylediklerinde de haklılık payı var. Yani bunu bir özgürlük değil de, bir parti hâkimiyetinin göstergesi haline getirdiler. Dinde çok özgürlükçüyüm, ama dilekçeye şunu koydum: O sırada da Bayrampaşa Cezaevi’nde ölüm oruçları vardı, saat başı ölüm haberleri geliyordu. Bu da herkes gibi beni çok üzüyordu. Fakat o gün, o zamanın Adalet Bakanı Şevket Kazan, “Bugün Kandil Gecesi, o yüzden durduruyorum, isteklerini kabul ediyorum” dedi. İşte bu olamaz, dini esaslı bir kamu kararı olamaz çünkü.”

Son tahlilde bir yazardır

Bu son cümle gibi, çok anekdot, bilgi vardır Küçük’ün kitaplarında. Dahası o literatüre kavramlar, kelimeler de sokar. Çünkü onda keskin bir zekanın yanında günlük hayatın dilini etkileyebilecek müthiş bir yetenek vardır.
Bunda da onun -kimileri alaya alsa da- masalara vurarak, el çırparak konuşmasının etkisi büyüktür.
Şimdi Yalçın Küçük hapiste ve gözaltına alındığından beri hakkında “esprili” yazılar çıkıyor. Bazıları gerçekten çok güzel, Serdar Turgut’un, Bekir Coşkun’un, Hıncal Uluç’un yazıları gibi... Bunlar onu anlatan nefis Yalçın Küçük portreleriydi.
Ancak onun renkli kişiliğinden hareketle mizah dozunu abartarak bir fıkra gibi yazılan, hani neredeyse “Yalçın Küçük’ün hapishane maceraları” adı altında bant karikatürlere konu olabilecek pek çok yazı onun hapiste olduğu gerçeğine bizi yabancılaştırmıyor mu?
Evet, Yalçın Küçük uzun konuşmaları ile karşısındakini terletip eğlenebilir. Ama onun bu neşesi durumun ciddiyetini gölgelememeli. O, son tahlilde bir yazardır, kalemini bırakıp silaha sarılmadıysa, televizyon programlarından arta kalan zamanında gizli bir mesaisi yoksa düşünce suçlusu değil midir? Yazar ve yayıncı örgütlerinden kısık da olsa bir ses çıkması gerekmez mi?
Dahası, “O her zaman tutuklanmaya hazırdır, alışkındır” derken biraz daha temkinli konuşmakta fayda yok mu? Çünkü toplum karizmatik ya da zeki kişilikleri kahramanlaştırırken onların her durumla başa çıkabileceklerini düşünmeyi seçer. Oysa onlar da etten, kemiktendir.
Nitekim Yalçın Küçük bir televizyon programında, tutuklanan emekli generallerin f tipi cezaevindeki psikolojilerini anlatmak için Nâzım Hikmet’in “Ölüm kendinden önce bana yalnızlığını yolladı” dizesini okumuştu.
İşte 70 yaşındaki Yalçın Küçük, tek kişilik bir hücrede bu dizeyi tekrar mırıldanabilir. Ama bu kez kendisi için.

Yazının devamı...

Manga-mania!

Mesela “Oku adam ol” denir. Zira bizim ülkemizde okumak ciddi iştir. Mesaisi çok, eğlencesi yoktur. Bu yüzden evlerini kitaplarla dolduranlara sıkıcı gözüyle bakılır. Sırf bu imajı silebilmek için “Yolları Çatallanan Bahçe”yi kadın dergilerinden birinin içinde taşıdığımı, işe öyle gidip geldiğimi bile bilirim.
Gerçi bu bir zamanlar böyle değilmiş... (80 öncesinde) Aksine o zamanlar da “eğlenceli” kitap okumak ayıplanırmış. Ağabeylerimizin, ablalarımızın çizgi romanlarını “ciddi kitapların” arasına koyup okumak zorunda kalması gibi... Oysa okumak okumaktır. Eğlencelisi de vardır, zor okunanı da! İyi yazıldığı sürece hepsi okunmaya değer.
Yani makro düzeyde ortaya çıkan mahalle baskısı, kitaplar için de geçerli olabiliyor. (Tabii ki iki baskı kıyaslanamaz bile) Ve bunda da ırkçılık ve farklı ahlak anlayışlarından kaynaklanan önyargılar başta olmak üzere, bilgisizlik çok etkili. Mesela Japonya’ya iki atom bombası atıldıktan sonra patlama yaşayan, bugün haftalık tirajları 3 milyonu aşan, Japon çizgi romanları mangaya yönelik yakıştırmalar gibi. Bir Japon için günlük hayatın sıradan bir parçasıdır manga; metrolarda çizgi roman okuyan takım elbiseli işadamlarına ya da küçük bir ücret karşılığında manga okunabilen kissa’lara yani kafelere her yerde rastlanabilir.
Ancak buna rağmen internette şöyle bir dolaşırsanız mangayla ilgili olarak şu cümlelerle karşılaşırsınız: “Japon kompleksinin ürünü çizgi romanlar, filmler. Çünkü bütün karakterlerin kocaman gözleri var” veya “seks ve şiddetten geçilmeyen dergiler, kitaplar” vs.
Peki, öyle midir manga? Geçmişi 1800’lere dayanan bir tür, birkaç cümle ile özetlenebilir mi? Ya da biz Türklerin Samuray filmleri dışında hakkında bir şey bilmediği Japonların çizgi romanlarıyla ilgili ne tür kaynaklar hatmettik ki, derin bilgimizi damıtılmış birkaç cümle ile ifade edebiliyoruz?
Çizgi roman tutkunları
Plan B Yayınevi’nden çıkan “Japon Çizgi Romanının Tarihi” isimli kitap işte bu tür önyargıları deşifre etmekle işe başlıyor. Kitabın yazarı Paul Gravett (gazeteci, küratör) diyor ki; “Hatalı bir biçimde” memeler ve duyarga’dan başka bir şey içermiyormuş gibi tanıtılan mangalar, Batı’da eskiden olduğu gibi şimdi de aşağılanır. Çünkü hem çizgi roman, hem Japon’dur!”
Gravett Batı’nın Japon çizgi romanlarına yönelik önyargılarına örnekler de veriyor. Mesela Wall Street Journal’in 1987’de “Japonya’da yetişkin erkekler hâlâ çizgi roman okuyup fantezi kuruyor” diye alaylı manşet atması ya da New York Times’ın 2002’de Japonların manga tutkusunu onların “düşük okuryazarlığı”na bağlaması gibi. (NYT bu yazıdan ötürü özür dilemek zorunda kalmış çünkü Japonya’nın okur yazarlık oranı ABD’den daha fazla.)
Yani Gravett, manganın tüm dünyaya yayılmasına, sinemacılara, ressamlara, reklamcılara esin kaynağı olmasına ve pek çok ülke gençleri ya da çizgi roman tutkunlarınca sevilmesine rağmen saygın görülmediğini söylüyor. Ama “kitabının mangaya bir methiye ya da özür olmadığının” da altını çiziyor. Çünkü kelime anlamı “sorumsuz resimler” olarak çevrilen manganın kimi zaman gerçekten sorumsuz olabileceğini söylüyor.
Bu da çocukları televizyon karşısına mıhlayan “Beyaz Aslan Simba”dan pornografik düzeyde cinsellik içeren hikayelere kadar uzanan bu çizgi roman türünü anlamayı zorlaştırıyor. Mesela hem çocuklara, hem kadınlara yönelik bir manga olan “Versay’ın Gülü” gibi. Fransız Devrimi öncesinde geçen hikâyede Kraliçe Marie-Antoihette’in hayatı muhafız komutanı Oscar üzerinden anlatılır. Burada kafa karıştıran şey ise şudur; Oscar erkek gibi yetiştirilmiş bir kadındır ve hem erkekler hem de kadınlar tarafından arzulanmaktadır! Ancak şunu kavramak zor değil: Mangalar çizgileri ve hikâyeleri ile son derece farklı bir hayal gücünün ve kültürün ifadesi. Ve kesinlikle sıradan değil.

Hikayelerin güce adına!


Osamu Tezuka, mangaya saygı duymak için yeterli bir neden. Manga Tanrısı olarak tanımlanan ve “O olmasaydı savaş sonrasında manga patlaması olmazdı” denilen Tezuka, 60 yıllık ömründe 600 manga serisi için 150 bin sayfa yazıp çizmek gibi bir rekora imza attığı gibi 60 animasyon eser yarattı. Ölüm döşeğindeyken bile çalışan usta için en önemli şeyse hikayeydi. Disney’e esin kaynağı olan “Aslan Kral” gibi filmlerin yanı sıra Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”sını çizgi romana uyarladı. “Suç ve Ceza” için çizdiği bir kare bile bu ustanın karşısında eğilmek için yeterli. Karede romanın kahramanı Raskolnikov cinayeti işlediğini itiraf edecektir. Tezuka bunu dramatize etmek için onu baş döndürecek kadar dik bir merdivenden indirir.

Yazının devamı...

Aşk, tutku ve arzunun en tatlı hali

En büyük aşk acılarının yaralarını sarıyor... Alfa Yayınları’ndan çıkan “Altın Kitap Çikolata” bu eşşiz lezzetin üzerimizdeki etkisini tariflerle anlatıyor.

Şefkatli ve arzu uyandırıcı... “Altın Kitap; Çikolata”da yer alan bu sözler çikolatanın üzerimizdeki etkisini en basit haliyle özetlemiş. Öyle ya biten bir aşkın ardından açılan da bir kutu çikolata olur, romantik bir geceye eşlik eden de. Çikolatanın perde perde açılan tatları vardır. Her yeni tat öncekini bastırırken tamamlar da. Yani yarattığı sebep-sonuç ilişkileri hiç düzenli değildir. Farklı hatta tezat tatlar, zevkler, duyular peş peşe veya aynı anda harekete geçebilir... Mesela insanı Dali’nin saatleri gibi eriten bir haz ile saplantı derecesindeki tutkuya aynı anda tutulabilirsiniz. İşte bu yüzden çikolata sadece yenmez, onunla bir nevi aşk yaşanır. Hatta “Kadınlar çikolata tadında erkek ister; yani şefkatli ve arzu uyandıran” dersek de abartmayız. “Rüzgar Gibi Geçti” filminin unutulmaz Rhett’i gibi. Filmin hafızalarımıza kazınan sahnesini yani Scarlett’in Rhett’in kollarındaki halini bir kez daha anımsayalım. İşte o kareden Rhett’i çıkarın, Scarlet’in dudaklarının kenarına da biraz çikolata sürün, kimse genç kadının o eriyip bitmiş halini garipsemeyecektir.
Peki ama neden? Alt tarafı bir yiyecek nasıl oluyor da, düşünme, üretme gibi becerileri olan doğanın bu en entelektüel varlığının dişisi üzerinde bu kadar etkili olabiliyor?
Alfa Yayınları’ndan çıkan “Altın Kitap; Çikolata” da işte bu sorunun yanıtı saklı. Ama bundan kasıt, çikolatanın içeriğinde 380 doğal kimyasal maddenin bulunması değil. Ya da bu maddelerden birinin mariuanada bulunan ve insanın gülümsemesine neden THC’ye çok benzeyen Anandamide maddesi olması da.

Bu sorunun yanıtı kitaptaki bir cümlede saklı. 18’inci yüzyılda yaşamış olan Marie de Rabutin-Chantal isimli bir markize ait bir cümle bu. Kendisi illüstratif mektup yazarı olan markizin çikolata ile ilişkisi uzun süre çok çelişkili olmuş. Herkesin bir anlam yüklediği (kiminin ilaç gibi gördüğü, kiminin afrodizyak) bu yiyeceğe şüpheyle yaklaşmış ve sonra bir gün günlüğüne şunları düşmüş: “Çikolata ile barıştım. Geçen akşam yemeğimi hazmetmek, dün sabah ise akşama kadar oruç tutacağım için iyi beslenebilmek için kullandım. İki amaç için de beklentimi karşıladı. İşte çikolatanın bu yönünü seviyorum; niyetim neyse o konuda beklentimi karşılıyor.”
İşte bu son cümle çikolatanın üzerimizdeki psikolojik çekiciliğini bir çırpıda özetliyor. Yani Eva Longoria’nın “Yüzde 100’ü varken neden 99’uyla yetineyim” sözlerini de, bir başka çikolata reklamında da sevgilisi tarafından terk edilen kadının çikolatasından bir parça alır almaz aşk acısını geride bırakmasını da...
Kadınlar ne mi ister? Niyeti neyse o konudaki beklentisini karşılanmasını! Bu bir erkek olamıyorsa, bir kutu çikolata da yeter! İşte bu nedenle kitapta şöyle deniyor; “Sevgililer, âşıklar, eşler birbirine özel günlerde bu yüzden çikolata hediye eder, kalpli kırmızı kutular içinde.”


Aztekler’in de afrodizyakıydı

n Çikolataya yüzyıllardır “Tanrı’nın yiyeceği” denmesinin nedeni kakao kelimesinin Latince bu anlama gelen “Theobroma cacao”dan türemiş olması.
n Tarih boyunca çikolatayı en seven toplumlardan olan Aztekler, afrodizyak etkisinden ötürü çikolatayı akşamları eşlerine özel bir seremoni ile ikram ederdi.
n Floransalılar çikolataya değişik aromalar katıyordu. Grand Dük III. Cosimo’nun favorisi yaseminli çikolataydı. Bunun formülü çok yakın tarihte keşfedilebildi.
n Çikolatayı bir içecek olmaktan çıkarıp macun kıvamına getiren İspanyollar oldu. Bu keşif hızla tüm dünyaya yayıldı.
n 18’inci yüzyılda çikolata Avrupa’ya hızla yayılınca, peş peşe çikolata dükkanları açıldı. Bunlar birer sosyal kulübe dönüştü.


İsviçre’nin çikolatadaki sırrı


n 1867’de İsviçreli bir kimyacı süt tozu elde etmeyi başardı. Bu sayede ilk kez 1879’da sütlü çikolatalar yapıldı. Bu kimyacı; Henri Nestle’ydi.
n Aynı yıl İsviçreli başka bir çikolata üreticisi Rudolphe Lindt, formülündeki kakao yağının miktarını artırarak “conching” adı verilen bir yöntem geliştirdi. Bu yöntemle çikolata likörü istenilen lezzet ve pürüssüz görünüme kavuşturmayı içeriyordu. Ortaya çıkan sonuç o kadar başarılı oldu ki Lindt bu özel ürünü tanımlamakiçin şekerleme endüstrisinde pürüssüz şeker kremalarına verilen isim olan “fondan” tabirini kullandı.
n İsviçre’deki gelişmeler bununla da sınırlı kalmadı. 1970’te fabrikası Suchard ile birleşen Jean Tobler tarafından 1899’da “Toblerone” piyasasaya sunuldu. Bu çikolatanın en önemli özelliği koyu renkli ve sürekli parlayan dokusuydu. Çikolata önce ısıtılıyor, sonra yavaş yavaş soğutularak pütürlü yüzey oluşumuna sebep olan yağın kristal dokusu yok ediliyordu. Dahası badem ve bal nugat ile birleştirilen üçgen şeklindeki bu ürün çikolatanın şekerleme ile birleşmesini ilk ürünüydü. Üstelik bu şekilde çikolata lüks gıda maddesi olmaktan çıkıp “herkesin tükettiği popüler” bir ürün oluyordu.
n Çikolatanın tüm dünyaya yayılma sürecinde ABD’deki gelişmeleri de atlamamak gerek. Milton Snavely Hershey adlı bir karamel üreticisi 1893’te ilgisini çikolata yöneltince “Hershey öpücükleri” doğdu. 1980’de her gün üretim bantlarına düşen bu sütlü çikolataların sayısı 25 milyondu.
n Çikolatanın büyüleyici tadına ve bu baş döndüren hikayesine rağmen üretim sürecindeki çalışma koşulları ise insan haklarından çok uzakta. Nitekim kakao üretiminin üçte ikisi Ekvator kuşağındaki küçük üreticilere ait ve pek çok yerde çocukların yanı sıra kölelik anlayışında işçi çalıştırılıyor. 2001’de ABD Temsilciler Meclisi, üretimde bu tür bir işçi çalıştırılmadığının belagelenmesini istemiş ancak Amerikan çikolata endüstrisi bunu engellemek için yoğun bir lobi faaliyeti başlatmıştı.

Yılbaşı hindiniz çikolatalı olsun

“Altın Kitap; Çikolata”da ilginç bilgilerin yanı sıra tarifler de yer alıyor. İçlerinden bazıları yılbaşı yemeğiniz olmaya aday. Çikolata soslu hindi gibi. İşte tarifi:
Büyük bir kasedeki etlere (1 kg. kuşbaşı doğranmış hindi eti), doğradığınız bir arpacık soğanı, bir havucu, yarım kerevizi ekleyin. Üzerine şarabı (180 ml) bir defne yaprağını, yarım çubuk tarçını ve bir diş karanfili ekleyip karıştırın. Üzerini kapatıp bir gece bekletin. Sosu için; bir kırmızı soğanı, bir havucu, bir kerevizin sapını ve iki yemek kaşığı salçayı bir tavada 5 dakika sote edin, sonra buna iki diş sarımsak, iki yemek kaşağı ince kıyılmış maydanoz ekleyin. Ardından etleri ekleyerek bir saat pişirin. Bir tavada kuş üzümü, dolmalık fıstık, 60 gr. bitter çikolata ve iki yemek kaşığı şekeri eritin ve yemeğin üzerine dökün ve muhakkak sıcak servis yapın.



Yazının devamı...

Amerikan rüyası nasıl görülür?

Ajanslara düşen yemek kuyruğu fotoğraflarına her geçen gün yenileri eklenirken biz gazetecilerin haber yapması da zorlaşıyordu. Zira herkes gibi bizlerin de aklı, krizin ne zaman biteceğindeydi. Üstelik hafta sonu ekleri gazetecileri olarak bizlerin bir görevi de vatandaşın moralini yükseltecek haberlere imza atmaktı. Oysa bulabildiğimiz haberler “Nasıl bir sahil kasabasına yerleşir, yetiştirdiğim domatesle yaşarım” diyenlerin hikâyelerinden öteye geçemiyordu. Bir de “Kapağı ABD’ye atmanın hayallerini kuranların”... Bu kez kriz ABD’den geliyor. Krize rağmen pek çok kişinin hayalini kurduğu yer yine orası. Ancak söz konusu ülke ABD... Yani öyle, “Hadi” deyince gidilecek bir yer değil. Yaşamak da bir o kadar zor. Ama her şeye rağmen “ABD” diyorsanız o zaman size bir müjde! ABD’ye gitmenin, orada yaşamının formüllerini en küçük ayrıntısına kadar anlatan bir kitap çıktı: “Amerika’da Yaşam Kurmak.” Kitap, uzun yıllardır ABD’de yaşayan Aylin Onur’a ait. ABD’de yaşayan birinin “Nasıl ABD’de yaşayabiliriz, nasıl Green Card alabiliriz, çocuklarımız nasıl ABD vatandaşı olabilir?” sorularına muhatap kaldığını tahmin etmek zor değil. Zaten kitabı da bu nedenle kaleme almış.
Bizim için biraz zor

“Amerika’da Yaşam Kurmak” dört dörtlük bir rehber kitap. ABD’de nasıl davranmanız gerektiğinden nasıl davranmamanız gerektiğine, nerede yemek yiyebileceğinizden önemli müzelerine, aklınıza gelebilecek ve hatta gelemeyecek binlerce soruya yanıt veriyor. Dahası Aylin Onur, kendisi de bir Türk olduğu için, biz Türklerin ABD’de yaşayabileceği sorunları tahmin ederek yazmış kitabı. Mesela “ABD’deki Çalışma Hayatı”nı anlattığı bölümde çok önemli bir uyarı var: “Çok fazla aile yapısına bağlı, etrafında eşi, dostu, arkadaşı olmadan yapamayan, yalnızlığı sevmeyen, yediği yemeğe, içtiği içkiye bağlı tipler genelde mutlu olamaz, memleket özlemi ile bir süre sonra dönerler. Ama her türlü ortama ayak uydurabilen, para kazanmaya ve kariyere odaklanmış kişiler Amerika’da yaşamayı tercih eder ve çoğu da başarılı olur.” Onur’un bir uyarısı da hakkınızda açılabilecek davalara ilişkin: “En ufak açığınızı yakaladıklarında hemen sizi mahkemeye verir ve haklarını ararlar.” Bu yüzden de “Kesinlikle kavgaya karışmayın, evinizde kimsenin düşüp başına bir şey gelmesine ortam yaratmayın, varsa köpeklerinize çok dikkat edin, araba kazası yapmayın” uyarılarında bulunuyor. Yani bizim gibi gürültülü konuşup gürültülü yaşayan, ev ziyaretlerini seven Akdenizli bir ülkenin vatandaşları için oldukça zor koşullar bunlar. Ama yine de kitapta da göreceğiniz üzere öyle güzel kafeler, müzeler, sergi salonları, parklar, kitabevleri var ki, insanın soluğu konsoloslukta alası geliyor.

ABD’de yaşamak için tüyolar

Vize alabilmek için, konsolosluğu, ülkenize geri döneceğinize ikna etmeniz gerek.

Basit ve bilinmeyen bir yöntem vardır: ABD konsolosluğuna gidip ’Ben ABD’de yaşamak istiyorum’ diye talepte de bulunabilirsiniz.

Amerikalılar için aile çok önemlidir. Anneye çok bağlıdırlar. Bu yüzden Oscar ödül törenleri de dahil hemen her türlü röportaj ve programda muhakkak bir ”Hi mom!“ vardır.

Çay istediğinizde buzlu çay gelir, sıcak istediğinizi belirtmelisiniz.

Amerika’daki en cazip indirim sezonları Temmuz ve Ağustos sonu yaz indirimleridir. Fiyatlar dibe vurur. Kasım ayının son perşembesi ABD’nin en büyük indirimleri olur. İnsanlar geceden dükkanların önünde beklemeye başlar, kapılar açılınca da hücum!

Süper Bowl: Amerikan Profesyonel Futbol Ligi’nin final karşılaşmasında hayat durur, partiler yapılır, maçı beraber seyretmek için davetler düzenlenir.

Balık tutmak için mutlaka lisans almanız gerekir.

Yazının devamı...

Bir roman yazarını hasta etti

Yani haftanın en az bir günü yollarda... Ancak onun asıl mücadelesi bu yoğun temposunun içinde saklı. Arıkan, çok katı bir diyet gerektiren Çölyak ve ataklar halinde gelen Meniere hastası. İki hastalık stresle tetiklendiğinden onun için yazmanın bedeli de çok ağır. Hatta kulak zarını deldirip iğne olacak kadar.


Gün gelir, bedeniniz size itaat etmez. Aksine o ruhunuza hükmetmek ister. Der ki: “Artık senin istediğin gibi değil, benim istediğim gibi yaşayacağız ve bunun da kuralları var.” İşte bunun adı, hastalıktır. Bu nedenle zorlu bir hastalığa yakalandıysanız bedeninizle yeni bir kontrat imzalarsınız. Ama aslında bu kontratın diğer tarafı hayatın ta kendisidir ve o sizin bedeninizle somutlaşmıştır.
İşin tuhaf yanı böylesi kontratları imzalamak zorunda kalanlar genellikle tek bedene bile sığamayan, zorlanan, heyecanlı, coşkun, azimli ve yaratıcı kişilerdir. Bedenleri ruhlarına yetmeyen... Belki de bu nedenle onları yürümek yerine koştururken görürüz. Bence yazar Meltem Arıkan da onlardan biri. Kendisini “Umut Lanettir”, “Zaten Yoksunuz”, “Kadın Bedenini Soyarsa” başta olmak üzere, imza attığı dokuz kitapla tanıyorsunuz. Dahası Meltem Arıkan aynı zamanda bir işkadını. Kendisi, Batum’da, Türkî Cumhuriyetleri’nde, Avrupa’da projeleri ve inşaatları olan bir proje danışmanlığı ve mimarlık şirketinin sahibi. Bu nedenle haftanın yedi gününden birinde mutlaka yollarda. Ancak o bu koşturma içinde, bir başka mücadele daha veriyor. Ve bunu da kimseye çaktırmadan yapıyor. Arıkan, pek çok kişinin hayatını kabusa çeviren, yaşam biçimini alt üst eden iki hastalığa sahip; gluten zehirlenmesi olan Çölyak ve baş dönmesine neden olan Meniere’ye... Kendisiyle hastalıklarını, onlarla mücadele etme yöntemlerini ve yazarlığına olan etkilerini konuştuk.


Nedir bu Çölyak ve Meniere hastalıkları?
Çölyak bir ince bağırsak hastalığı. Bağışıklık sistemine bağlı oluşuyor. Gluten içeren besinler aldığında ince bağırsağın iç yüzeyinde iltihaplanma oluyor. Bu da ince bağırsağın minik ve ince uzantılarını yok ediyor. Böylece besin maddeleri emilip kana karışamadığı gibi zehirlenmeye başlıyorsunuz. Bunun tek çaresi glutenden uzak durulan bir diyet. Ancak gluten buğday, arpa, yulaf, çavdar gibi tahılların içinde bulunan bir tür protein olduğu gibi kıvam artırıcı ve koruyucu olarak da kullanılıyor. Yani bu bir kabus. Meniere ise iç kulakta bulunan ve dengeden sorumlu sıvılardaki basınç artışının neden olduğu bir hastalık. Ataklar geldiğinde baş dönmesi, kulak uğultuları, işitme kaybı, mide bulantısı baş gösterebiliyor. Kimi zaman o kadar yoğun oluyor ki yatakta yatmak bile bir mesele oluyor. Tavan neresi, yer neresi karışıyor.




BİR GECE YATAK DÖNMEYE BAŞLADI

Nasıl başladı bu hastalıklar?
Meniere, doğum sonrasında başladı. On dört senedir meniere hastasıyım. Zorlu bir loğusa dönemi geçirmiştim. Amipli dizanteri olmuştum. Uykusuzluk, yalnızlık, yorgunluk ve bir gece yatak dönmeye başladı. Ertesi gün meniere teşhisi kondu. Çölyak’la ise üç yıldır tanışıyorum. Teşhis konulana kadar çok zor zamanlar geçirdim. Sonunda doktorum Kemal Bahri Ateş teşhis koydu da derin bir nefes alabildim. O gün bugündür diyetteyim.


Hastalıklar, sağlıklı bireylerin farkında olmadıkları bir pencereden bakmamızı sağlayabilir. Sende böyle bir değişim oldu mu?
Oldu. Kabullenmeyi özümsedim. Bir de ortada bir sorun varsa kendine acımanın yararsız olduğunu. Bunları içselleştirince yaşama yönelik tepkilerin de farklılaşıyor. Özellikle meniere krizlerim çok şeyi değiştirdi. Çünkü ataklar kimi zaman hastaneye kaldırılacak kadar ağır olabiliyor. Yaşama yaklaşımını belirleyen şey ölümü yorumlayışınmış...


Hastalıklar hayatını nasıl etkiliyor? Bir formülün var mı?
Tedbir amaçlı, yanımda sürekli glutensiz ürünler taşıyorum. Zira sürekli seyahat eden biriyim. Ne yazık ki ülkemizde Çölyak hastalarına da sahip çıkılmıyor. Avrupa ülkelerinde glutensiz ürünlerin çoğunu devlet karşılıyor. Eczanelerde satılan bu ürünler ithal ve çok pahalı.


Edebiyat tarihine baktığımızda yazarların belli hastalıkları olduğunu görürüz. Hastalık edebiyatı, sanatçı ruhu besler mi?
Sanatçılar sorgulayan, karşı çıkan, sevgilerinden daha yoğun öfkeleri ve nefretleri olan kişiler. Bu duyguları kendi içlerinde yoğun olarak yaşamak da onları yoruyor ve hastalıklar da bundan besleniyor olamaz mı? Sonra da bir döngü başlıyordur.


Sabahları poğaça yemeyi en çok da simidi özledim

“Çölyak’la baş edebilmek için öncelikle bu diyetin çok sağlıklı olduğuna kendimi ikna ettim ki bu doğru. Yanımda sürekli glutensiz krakerler taşıyorum. Bol bol kuru meyve yiyorum. Ama bir otelde, çay saatindeki keklere, pastalara bakarken ağzım sulanmıyor da değil. Sonra sabahları poğaça yemeyi özledim. Ama en çok simidi özlüyorum. Oğlumun pizzasına eşlik edebilmeyi... Pastanelere ve marketlere tokken gitmeye çalışıyorum. Buralar benim için zor yerler.“


Bütün bunların beni bulmasına şaşırmıyorum

“Binde bir gerçekleşen bir şeyin beni bulmasına şaşırmadım. Hayatım boyunca hep böyle oldu. Mesela küçükken bademciklerim durduk yere kanardı. İnsan loğusa döneminde, evin içinde kanlı dizanteri olur mu? Ben oldum. Ama tabii iki hastalıkta da yorgunluğun, stresin, acıların, kırgınlıkların ve öfkelerin çok etkisi var. Sanırım bu hastalıklar da içime attıklarımın bir aynası oldu.”


Keşke acımak yerine anlamaya yönelseler

“Acıma duygusundan oldum olası nefret ederim. Nitekim yıllarca kimseye de bu hastalıklarımdan bahsetmemişimdir. Bu röportajı da sen olduğun için veriyorum. Çünkü sen de bir hastalık sürecinden geçtin. Bana acımayacağını, korkmayacağını, aksine anlayacağını biliyorum. Mesele de bu zaten; acıma karşımızdakilerin korkusundan başka bir şey değil. “Ya benim başıma gelirse” diye düşünüp sonra “Gelmediğini fark edip” bize acımalarıdır. Keşke acıma gibi sahtekârca bir duygu yerine anlamaya yönelseler.”


Romanımı yazarken o kadar gerildim ki kulak zarımı delip kortizon verdiler

Katı bir disiplinle yaşamak, mahrumiyetlerinin çoğalması, yataktan çıkamamak, muhtaç olmak ya da insanların hatta bazen kendinin görmek istemediğin yüzleriyle karşılaşmak... Tüm bunlar bakış açımı kesinlikle etkiliyor. Ben yazarım. Yazmak gerilimli bir süreçtir. Romanın yarattığı o ruh hali, aşırı yorgunluk, uykusuz geçirilen geceler de meniere ataklarımı tetikliyor ya da artırıyor. Şöyle anlatayım; yazmakta olduğum “Seçim Yapmak Zorundasın” isimli romanımı yazarken ataklar o kadar arttı ki, doktorlar kulak zarımı delip üç gün süreyle kortizon vermek zorunda kaldılar. Ama ben yine romanımı yazmaya devam ediyorum ve çok güzel oluyor.

Yazının devamı...

Bilim tarihindeki en güzel 10 deney

New York Times’ın bilim editörü George Johnson’ın kaleme aldığı “Bilim Tarihindeki En Güzel 10 Deney” karmaşık bilimsel gerçekleri yalın bir dille anlatırken ilginç bilgiler de içeriyor.


Bu tür kitapları severim, bilimin keyfini sürmemize olanak verdikleri için. Çünkü özenli yazılan “popüler bilim kitapları” karmaşık, bilgi ve uzmanlık gerektiren bilimsel olayları, deneyleri, dönemeçleri yalın, anlaşılabilir bir dille ve kurguyla anlatırlar. Elbette bu kitapları okumak için de belli bir alt yapı gerekli ama inanın lise mezunu ve öğrenmeye istekli olmanız yeterli olacaktır. “Bilim Tarihindeki En Güzel
10 Deney” gibi.
Biz fanilerin şükran borçlu olduğu 10 ünlü bilim adamının 10 güzel deneyini içeren bir kitap bu. Ama asla deneylerle sınırlı kalmıyor. O bilim adamının hikayesini, o deneyin bilim güzergahının neresinde, nasıl başladığını ve nasıl sonuçlar doğurduğunu binlerce karmaşık bilgi içinden süzerek billur gibi önümüze koyuyor. Galileo’nun yerçekiminin gücünün sırrını aramasından, William Harvey’nin kalbimizle ilgili “can alıcı” keşiflerine, Newton’un ışığın peşine düşmesinden James Joile’un termodinamiğin ilk basamağına ulaşmasına kadar ilginç on deney bu. Ancak kitaba adını veren deneyler aslında bunlar değil. Çünkü George Johnson’un kaleminde bilim adamlarının bizzat kendisi birer deneye dönüşmüş. Johnson her bir deneyin hikayesini anlatırken aslında tarihin en önemli 10 bilim adamının portresini kaleme almış. İşte bu da karşımıza oldukça ilginç, çarpıcı bilgiler çıkarmış. Bunlardan birkaçı:


Galileo Şarkı söyleyerek deney yapardı

Galileo, yerçekiminin gücünü ölçmek için özel bir tahta düzenek hazırlamıştı. Ancak bunun için Galileo’nun bir saniyeden daha küçük aralıklarla çalışması gerekiyordu. Peki bunu o dönemde nasıl yapmıştı? Galileo uzmanlarından Stillman Drake 1972’de bu deneyi tekrarlarken bu ilginç detayı fark etti ilginç bir keşifte bulundu: Gerekli olan tek şey, zamanı eşit parçalara bölmekti ki, iyi bir müzisyen de bu doğal olarak vardı. Mesela bir orkestranın zilcisi, zile diyelim ki 1/64 saniye kadar geç vursa bile bunu sadece orkestra şefi değil herkes fark eder. Bu yüzden Galileo da topu düzenekten yuvarlamadan önce basit bir şarkı tutturmuş olmalıydı.


Şair Lord Byron’un kızı, Faraday’ı baştan çıkarmaya çalıştı

Elektromanyetizma alanındaki keşifleri ile tarihin akışını değiştiren bilim adamlarından Faraday’la ilgili olarak kitapta oldukça ilginç bir bilgi var. Meğer ünlü şair Byron’un kızı Ada Lovelace’la ilginç bir ilişkisi varmış. Zira Lovelace son derece ilginç bir kişilikti. Annesi gibi o da matematiğe düşkündü ve onun da annesi gibi bu gibi bir hastalık olarak görülmüştü, ne de olsa öğretmenlerinden biriyle kaçmaya çalışmıştı. Ama yakalanmış, eğitilmiş hatta soylu bir adamla evlendirilmişti. Ama o yine de sürekli bilim adamlarıyla olmak istiyordu. En yakın arkadaşlarından biri mucit Charles Babbage’dı ve ona “Sayıların Büyücüsü” diyordu, Lovelace’ın kendisi ise “Bilimin Gelini.” İşte bu kontrol edilemeyen genç kadın bir süre sonra gözüne İngiltere’nin yaşayan en büyük bilim adamlarından Faraday’ı kestiriyor ve 28 yaşındayken ona mektuplar yazmaya başlıyor. O sırada Faraday büyük keşiflerini geride bırakmış, depresif bir hayat sürmekte... Lovelace’ın yazdığı mektuplar ise, yazarın da belirttiği üzere belki iddialı ifade ama Faraday’ın tekrar laboratuarına girmesine ve elektromanyetizma ile ışığın bağlantısını ortaya koymasına vesile oluyor. Bu iki kişi arasında bir ilişki yaşanmıyor, zaten Faraday evlidir, dindardır ve 53 yaşındadır. Ama Lovelace ona sürekli mektuplar yazar. Mesela ilk mektubunda şöyle diyor: “Emrettiğinde rengarenk ışıldayan ve tatlı sözlü hayaletin olacağım. Ama şimdilik, yanında küçük uslu bir kuzgun gibi oturup seni tanımayı ve yardımcı olmayı öğretmeni bekleyeceğim. Sihirli bir değnekle senin olabilir ve onu büyük bir zevkle ellerine teslim edeceğim.”


Pavlov’un köpekleri

Şartlı reflekslenmeyi ortaya koyan İvan Pavlov köpekler üzerinde yaptığı deneylerle tanınır. Johnson kitabında bu köpeklerin isimleri de var: Lada, Lyşka, Zhuchka, Pestryi, Laksa gibi... Aralarında Baykal ve Cengiz Han adını taşıyanlar da... Pavlov ve arkadaşları köpekler üzerinde şartlı reflekslandirme deneyleri yaparken köpeklerin belli düzeyde müzik yeteneklerini de olduğunu ortaya çıkarmıştı. Belli bir nota, mesela si-minör çalındığında salya akıtmak üzere eğitilmek için eğitilmiş bir köpek daha yavaş çalınsa da her bir notaya tepki veriyordu. İşte bu nedenle Pavlov’un köpekleri sadece deneylerde kullanılmakla kalmıyor birer maskota da dönüşüyordu.
Bilim Tarihindeki En Güzel On Deney/ George Johnson/ Mikado Yayınları


Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.