Londra’da iki dev sergi
Geçtiğimiz günlerde yaptığım Londra seyahatimde görme fırsatı yakaladığım iki ayrı sergiyi bu haftaki yazımda sizlerle de paylaşmak istedim.
Londra’ya gidip White Cube’ü ziyaret etmemek olmazdı, bir de Marc Quinn sergisi varsa hiç olmazdı. Quinn’in “The Toxic Sublime” isimli, solo şovu şüphesiz yaza damgasını vuran bir sergi niteliğindeydi. Sanatçının özel daveti ile açılış kokteyline katıldığım etkinlikte beni büyüleyen sayısız eserini Quinn’in kendi ağzından bir kez daha dinlemenin, ne büyük bir şans olduğunu düşündüm. Sanatçının daha önce İstanbul’da da örneklerini gördüğüm deniz kabuğu heykellerinin devasa boyutlardaki, hatta neredeyse bir mağarayı andıran anıtsal versiyonları sergide yer alan en çarpıcı eserler arasındaydı. 80’lerde pop kültüründen etkilenerek üretim yapan sanatçı grubu YBA üyelerinden biri olan Quinn, günümüz ileri teknolojilerini kullanarak çağdaş sanata farklı bir boyut kazandırmaya devam ediyor. 3D printing ile üretilmiş bu ikonik eserlerin kapsayıcılığı karşısında kendimi adeta büyülenmiş hissetim.
Sanatçısıyla tanışma fırsatını yakaladığım diğer bir önemli sergi ise Phillips Müzayede Evi'ndeydi. 1971 doğumlu Portekiz asıllı ünlü kadın sanatçı Joana Vasconcelos’un “Material World” isimli sergisi her anlamda etkileyiciydi. O an, 2012 yılındaki projesiyle, Murakami, Jeff Koons, Anish Kapoor ve Xavier Veilhan gibi güçlü isimlerin arasında Versailles Sarayı'nda sergi açan ilk kadın unvanına kavuşmuş bir sanatçının ürettiği eserler arasında dolaşıyor olduğumdan oldukça gururlu hissediyordum. Vasconcelos’un sergisine bir bademcik, bir yutak ya da bir gırtlağı anımsatan devasa bir heykelin içinden girerek başladım. Bu her parçası sanki canlıymış gibi görünen, kağıt, boncuk, kumaş gibi malzemelerden oluşan yerleştirme izleyenleri adeta yutuyor gibiydi.
Açılış öncesi eserleri son kontrol için geldiği mekanda sohbet etme fırsatı yakaladığım sanatçı ile işleri üzerine biraz konuştuktan sonra mekanda gördüğüm her eseri maskülen ya da feminen görünümleriyle gerçekten ya bir erkek ya da bir kadınmış gibi organik bir oluşum olarak algılamaya başladım. Malzemeleri hissederek bir araya getiren sanatçı kombine ettiği objeleri tarihsel referanslarına ve günümüzdeki anlamlarına göre belirliyormuş.
Sergide hayvan figürlerinin bulunduğu bölümde üzerleri dantelle kaplanmış seramiklerin 1800’lere ait nadide parçalar olduğunu öğrendim. Türkiye’yi çok sevdiğini ve daha önce birkaç kez ziyaret ettiğini söyleyen sanatçı Eylül ayında murano camları ile gerçekleştireceği yeni projesi için bir süreliğine tekrar İstanbul’da olacağını belirtti.