“Düşüş” kavramına farklı bakışlar
ARTER’de “Her Düşenin Kanadı Yoktur” başlıklı sergi, “düşüş“ kavramını gündelik hayattan sanat tarihine kadar pek çok alanda ele alıyor.
İstanbul’daki sanat ortamı sakin günlerini yaşarken, ARTER, Eylül ayına dek sürecek oldukça özgün bir sergiyle sezon finalini yaptı. Küratörlüğünü Selen Ansen’in yaptığı “Her Düşenin Kanadı Yoktur” başlıklı sergide, yerçekimi ve ağırlık kavramlarını temel alarak mekana özgü enstalasyon ve heykeller üreten yedi yabancı sanatçının eserleri bir araya getirilmiş.
Ryan Gander - İsimsiz Yerleştirme
Yüzlerce oktan oluşan yerleştirme
Zihnimizde yetersizlik gibi olumsuz duyguları çağrıştıran düşme eylemine bambaşka bir açıdan bakan serginin, yapıtların görsel ve kavramsal ahengi bakımından başarılı bir seçki olduğunu düşünüyorum. Sanatçılar, genel itibariyle bireye, topluma ya da duruma özgü her farklı düşüşte rol oynayan etkenlere ve benzerliklere odaklanmış. Düşüş kavramı, bu sergideki gibi zıtlıkları ve eşanlamlıları ile birlikte ele alındığında farklı okumalara ve yorumlamalara yol açıyor. Bu temanın gündelik yaşamdan sanat tarihine, bireysel deneyimlerden kolektif hafızaya kadar pek çok alana uyarlanabildiğini görmek ilginçti.
Sergiye girer girmez izleyiciyi karşılayan büyük boyutlu parçaların, düşüş temasını çökme ve yıkılma ekseninde incelediğini söyleyebiliriz. Phyllida Barlow’un mekana özgü bu enstalasyonu, yıkık strüktür parçalarının korkutucu ama hassas yapısını bana fazlasıyla hissettirdi. Bana göre serginin öne çıkan işlerinden bir diğeri, Ryan Gander’ın yüzlerce oktan oluşan yerleştirmesiydi. Sanat tarihinde çizgilere ilişkin kavramsal bir tartışmadan hareketle, dikey ve yatay eksenlerin dışına çıkarak farklı açıların varlığına vurgu yapan sanatçı, sergi mekanını kullanış biçimiyle beni çok etkiledi. İzleyiciyi de yerleştirmenin içine çeken kurulum düzeninde, kendinizi bir savaş alanının ortasında buluyorsunuz. Kurgu ile gerçeklik arasındaki sınırı sorgulatan bu iş, bana, düşüşün yalnızca kesin çizgilerin ve tek yönlülüğün akıbeti olabileceğini düşündürdü.
Rengini yitirmiş çiçek heykelleri
Anne Wenzel - Sessiz Manzara
Bir üst katı neredeyse tamamen donatmış olan Alman sanatçı Anne Wenzel ise sergideki en beğendiğim isim oldu. Tıpkı klasik bir ev dekorasyonu gibi tül perdelerle ayrılmış alanda, vazolardan bizi karşılayan dev çiçek heykelleri tam bir algı oyunu yaratıyor. Beklenenin aksine canlı ve iç açıcı görünmeyen bu çürümüş çiçekler, natürmort motifinin sıra dışı bir yorumu olmuş. Yapay görüntülerine rağmen oldukça güçlü bir görsel ifadeye sahip bu seramik heykelleri, “Sessiz Manzara” isimli oda yerleştirmesi tamamlıyor. Simsiyah ağaç figürleriyle dolu duvarlara, ortadaki büyük boyutlu, yanmış orman temsili yerleştirmenin eşlik ettiği karanlık oda, savaş ve yıkım fikrini tüm görselliğiyle zihnime kazıdı. İnsanlığın sebep olduğu facia, doğal afet ve türlü felaketlerin kaçınılmaz sonuna dair ortak bir imge yaratan sanatçı, bizi, huzursuz edici ama tuhaf bir güzellikle baş başa bırakıyor. Rengini yitirmiş çiçek heykellerinin ardından gelen karanlık orman yerleştirmesi, bir sahne ile çürümüş ya da ölmek üzere olan bir doğallığın varlığını göstermek ister gibi… Sergiye ve eserlere hakim olan “mekana özgü” olma fikrini de önemli bulduğumu belirtmek isterim, bu açıdan anlamlı bir seçkiye imza atan küratör Selen Ansen’i tebrik ediyorum. Siz de yaz günlerinizi değerlendirecek alternatif bir etkinlik için 18 Eylül’e dek ARTER’i ziyaret edebilirsiniz.