Demet Evgar'ın bir bildiği var!
2008 yılından beri başrolünü Emre Karayel’le paylaştığı ve yeni sezonda FOX’ta ‘Bir Erkek, Bir Kadın ve Bir Çocuk’ adıyla sürecek olan dizinin başrol oyuncusu Demet Evgar, Vogue Türkiye için kamera karşısına geçti.
Kuşaklar boyu seyircinin, gülmekten yerlere yatarak izlediği, iki cinsin diyalog kurma gayretinde, çoğu zaman karşılıklı monolog içeren ilişkisini işleyen Bir Erkek Bir Kadın, yeni sezonda, bu kez ebeveynlik tedrisatında boyunun ölçüsünü alacak olan, evli bir çiftin haline tanıklık edecek. Evet efendim, Zeynep ve Ozan, artık evli ve çocuklu.
“Biz daha evlenmedik ama hamile olarak bitirmiştik geçen sezonu. Tekrardan başlamayı düşünerek de bitirmedik aslında; bakalım ne olacak kafasındaydık. Bir sene geçti öyle. Orijinal formatın sonunda evleniyorlar. Fakat tabii onların 5 bin skeçte geldiği yere, biz 12 bin 500 skeçte geldik, o da var! Zaman tabii izafi! Bizde, Türkiye’de böyle hızlı akıyor” diyerek bir kahkaha patlatıyor. “O kadar zamana biz daha fazla şey sıkıştırıyoruz; e Akdeniz insanıyız neticede! Daha fıkır fıkır ilerliyor hadiseler. Aslında yeni bir işe başlıyormuşuz hissiyatı var bende. Şimdi çocuklu bir kadın olarak devam etme hali olduğu için... Kadınlar anne olduğunda, hep bir şey eksik hissiyatıyla yaşıyordum, oymuş eksik meğer derler ya hani... Göreceğiz bakalım. Bunu sırf doğurma açısından da söylemiyorum, içinde akmak isteyen bir güdü varsa evlat edinip o çocuğa da aktarabilirsin, akıttığın yer neresiyse artık.”
Çocuk istiyor mu?
“Hayatta herhangi bir keskin çizgim yok. Karaktersiz miyim acaba” deyip gülüyor: “Ama o esnekliği hayatın akışına bırakıyorum yani. Yaşayacağımız her şeyi biliyor olsak, sevincini, hüznünü, oturduğumuz yerden kalkamayız, kımıldayamayız zaten.”
'Tiyatroculuğa Manisa’daki kalabalık evimizde başladım'
Ailesine son derece düşkün olduğu, onlardan bahsederken, kocaman, mavi gözlerinde beliren ışıktan belli. Manisa’da çok kalabalık bir evin içine doğmuş, İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı için geldiği şehirde, yalnız uyandığı ilk sabah, dışarıdan çatal bıçak, kıkırdama, muhabbet sesi gelmediği için bir an nerede olduğunu idrak edememiş biri: “Aslında ben ev tiyatrosuyla başladım mesleğe, diyorum. Ustalarım babaannem, dedem, annem, babam, büyükbabam, teyzemler, amcam, halam... Annemle babam ben doğduğumda çok küçüklermiş zaten, Uludağ Üniversitesi’ndeyken yapmışlar beni. Hayatımdaki ilk senemde, annem, babam, ben, Bursa’da, bir öğrenci evindeymişiz.”
'Herkesin başına gelebilecek kimsenin başına gelmemiş hikayeler'
Oyunculuğa kafayı yatırması, ortaokul yıllarına tekabül ediyor. İstediği okulu kazanıp geleceğine doğru çıktığı tren yolculuğunda, yanında oturan kadını kahkahalarla anıyor. Seyahatlerde yanına düşmeyi pek dilemeyeceğiniz türden, had safhada lafazan hanımefendi, çocuğu muhasebe bölümünü kazandığı için çok mutluymuş. Uzun uzun anlatmış, evladının şöyle de büyük muhasebeci, böyle de büyük muhasebeci olacağını. Neden sonra Evgar’a İstanbul’a sebebi ziyaretini sorup onun da konservatuarı kazandığını öğrenince, yüzüne hüzünlü hüzünlü bakıp; “Canııım, olsun...” demiş:
“Acıdı bana kadın; iyi mi! Okulda çok motiveydim. Yıldız (Kenter) Hocayı da Haldun (Dormen) Hocayı da hayatımda ilk defa canlı görmüşüm. Tadını çok çıkardım konservatuarın. Eleştirilecek yerlerde de yapacağımı yapmaya çalıştım. Biz gelmeden şan dersi kaldırılmıştı, şan ve solfej tekrar konsun diye seferberlik yarattık; bunlar da güzel şeyler. Büyük ustalarla çalışıyor olmanın sonuna kadar tadına vardım yani.”
Okul, aynı zamanda profesyonelliğe de adım attığı yer. Okulun kantininde, kendi kendilerine kalkıp da eğlencesine yaptıkları doğaçlamalar, arkadaşlarının büyük ilgisine mazhar olunca, Tiyatro Kılçık’ı oluşturmaya karar vermişler. İkinci sınıftayken, Cenk Tunalı, Ufuk Özkan ve Orçun Kaptan ile kurdukları Tiyatro Kılçık, ona ilk sinema filmi Beyza’nın Kadınları’nı, ilk dizisi Kerem ile Aslı’yı getirmiş: “O zamanlar barlarda küçük tiyatrolar çok başlamış değildi henüz. 2001’den bahsediyorum. Şu anda tiyatronun seyircisi iyi; o zaman o kadar rağbet de yoktu. Barda oynamaya başladık. Kemancı, Eski Yeşil, Yaga... Kendi yazdığımız şeyleri oynuyorduk. Özcümlesiyle, ‘herkesin başına gelebilecek ama kimsenin başına gelmemiş hikayeler’di; absürd hikayeler... Kostüm yok, dekor yok, bir masa, iki sandayle, o kadar.”