Şampiy10
Magazin
Gündem

'Çağdaş ve bilimsel olması için'

İşte 4+4+4'ün gerekçeli kararı...

ABONE OL
ANKA

Anayasa Mahkemesi, 4+4+4 düzenlemesinin iptalinin ret gerekçesinde, laikliğin, devletin dini inançlar karşısındaki konumunu belirleyen siyasal bir ilke olarak düzenlendiğine dikkat çekerek, “Laiklik, bireyin ya da toplumun değil, devletin bir niteliğidir. Katı laiklik anlayışına göre din, bireyin sadece vicdanında yer bulan, bunun dışına çıkarak toplumsal ve kamusal alana kesinlikle yansımaması gereken bir olgudur. Laikliğin daha esnek ya da özgürlükçü yorumu ise dinin bireysel boyutunun yanında aynı zamanda toplumsal bir olgu olduğu tespitinden yola çıkmaktadır. Bu laiklik anlayışı, dini sadece bireyin iç dünyasına hapsetmemekte, onu bireysel ve kollektif kimliğin önemli bir unsuru olarak görmekte, toplumsal görünürlüğüne imkân tanımaktadır. Laiklik ilkesi din ve vicdan özgürlüğünün güvencesidir” denildi.

Anayasa Mahkemesi’nin, kamuoyunda 4+4+4 olarak bilinen 6287 sayılı İlköğretim ve Eğitim Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un bazı hükümlerinin iptal isteminin reddine ilişkin gerekçeli kararı Resmi Gazete’nin bugünkü sayısında yayımlandı.

'EĞİTİMİN ÇAĞDAŞ VE BİLİMSEL OLMASI...'

CHP, Kanun’un bazı hükümlerinin iptali ve yürürlüğünün durdurulması istemiyle Anayasa Mahkemesi’nde dava açmıştı. Davayı esastan görüşen Anayasa Mahkemesi, Kanun’un iptal istemlerini reddetti. Yüksek Mahkeme’nin ret gerekçesinde, Anayasa’da Atatürk ilkeleri ve inkılâpları doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre, devletin gözetim ve denetimi altında yapılması öngörülen eğitim ve öğretimin, zorunlu olması esasının benimsendiği, ancak, hangi yaştan hangi yaşa kadar devam edeceği, süresi ile kesintili ya da kesintisiz yapılmasına ilişkin takdir yetkisinin kanun koyucuya bırakıldığı anımsatıldı. Kanun koyucunun, Anayasa’nın verdiği yetkiye dayanarak, 6–14 olan ilköğretim çağı yaş aralığının bitiş yaşını, dava konusu kurallarla 14’ten 13’e indirdiğinin belirtildiği gerekçede, düzenlemede ilköğretim çağının başlangıç yaşı ile ilgili olarak herhangi bir yeniliğin söz konusu olmadığı ifade edildi. Eğitimin, doğumla başlayan bir süreç olup bireyin yaşına ve fiziksel, bilişsel, psiko-sosyal ve ahlaki gelişim düzeyine göre içeriğinin ve yönteminin değişebileceğinin altı çizilen gerekçede, “Eğitimin çağdaş ve bilimsel olması, çocuğa verilecek eğitimin içeriği ve yönteminin, çocuğun yaşı ve gelişim düzeyiyle uyumlu olmasını gerektirmekte olup, içerik ve yönteminin çağdaş ve bilimsel esaslara uygun olarak belirlenmesi koşuluyla Anayasa’nın 42. maddesinde öngörülen zorunlu eğitimin hangi yaşta başlatılacağının takdiri kanun koyucuya aittir. Açıklanan nedenlerle, dava konusu kurallar Anayasa’nın 42. maddesine aykırı değildir” denildi.

ORTAOKUL MÜFREDATININ BELİRLENMESİ İDARİ VE TEKNİK BİR MESELE

Farklı koşul ve durumlara göre sık sık değişik önlemler alma, bunları kaldırma ve süratli biçimde hareket etme zorunluluğunun bulunduğu alanlarda, yasama organının temel kuralları saptadıktan sonra, uzmanlık ve idare tekniğine ilişkin hususları yürütmeye bırakmasının, yasama yetkisinin devri olarak yorumlanamayacağının ifade edildiği gerekçede, yürütme organının yasama organı tarafından çerçevesi çizilmiş alanda ve değişen koşullara uyum sağlayabilecek esnekliğe sahip kriterlere uygun olarak, genel nitelikte hukuksal tasarruflarda bulunmasının, hukuk devletinin belirlilik ilkesine aykırılık oluşturmayacağı kaydedildi. Gerekçede, “İlköğretim çağının, 6–13 yaşlarını kapsadığı ve bu çağın, çocuğun 5 yaşını doldurduğu Eylül ayının sonundan başlayacağı, 13 yaşını doldurup 14 yaşına girdiği yılın, öğretim yılının sonunda dolacağı açıkça düzenlenmek suretiyle çocuğun hangi yaşlarda zorunlu ilköğretime tabi tutulacağı belirlenmiştir. Zorunlu ilköğretim çağının yaş aralığı kanunla belirlendikten sonra, 5 yaşını doldurarak ilköğretim çağına giren bir çocuğun, 6. yaşın kaçıncı ayında fiilen ilköğretime başlatılacağının Milli Eğitim Bakanlığınca saptanması, belirlilik ilkesine aykırılık oluşturmadığı gibi, yasama yetkisinin devri anlamına da gelmez” denildi. İlköğretime başlama yaşının düşürülmesini öngören kuralın Plan ve Bütçe Komisyonunda görüşülmeden kanunlaşmasının Anayasa’ya aykırı olduğu iddiasının, şekle ilişkin olduğunun ifade edildiği gerekçede, “Anayasanın 42. maddesiyle, Atatürk ilkeleri ve inkılâpları doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre, devletin gözetim ve denetimi altında yapılması öngörülen eğitim ve öğretimin zorunlu olması esası benimsenmiş, ancak, süresi ve kesintili ya da kesintisiz yapılmasına ilişkin seçim, kanun koyucunun takdirine bırakılmıştır. Eğitim hizmetlerinin değişkenliği dikkate alındığında, ortaokul müfredatının belirlenmesi idari ve teknik bir mesele olup kanunla belirlenmesi zorunluluğu bulunmamaktadır” değerlendirmesinde bulunuldu.

LAİKLİK DEVLETİN BİR NİTELİĞİDİR

Dava konusu kurallarla, ortaokulların, ilkokullar veya liselerle birlikte aynı binada kurulabilmesine olanak tanındığının anımsatıldığı gerekçede, Anayasa’da “sosyal ve ekonomik hak” olarak düzenlenen eğitim hakkı kapsamında devlete yüklenen pozitif yükümlülükler yerine getirilirken, devletin mali kaynaklarının yeterliliğinin de gözeteceğinin açık olduğu belirtilerek, kamu kaynaklarının yetersizliğinin veya fiziki ve coğrafi yapının özelliğinin gerektirdiği durumlarda ortaokulların ilkokullar veya liselerle birlikte kurulabilmesine olanak tanınmasının, devletin mali kaynaklarının yeterliliğinin gözetilmesinin bir sonucu olduğu vurgulandı. “Kur’an-ı Kerim” ve “Hz. Peygamberimizin Hayatı” derslerinin ortaokul ve liselerde isteğe bağlı seçmeli ders olarak okutulmasının da irdelendiği gerekçede, laikliğin, 1937 yılından itibaren anayasada yer alan temel ilkelerden biri olduğu vurgulanarak şu değerlendirmeye yer verildi:

“Laiklik kavramı, Anayasa’nın Başlangıç’ı ile 2., 13., 14., 68., 81., 103., 136. ve 174. maddelerinde yer almaktadır. Söz konusu maddelerde laiklik, devletin dini inançlar karşısındaki konumunu belirleyen siyasal bir ilke olarak düzenlenmiştir. Diğer bir ifadeyle, laiklik, bireyin ya da toplumun değil, devletin bir niteliğidir. Laikliğin tarihsel gelişimi incelendiğinde, din olgusuna yönelik yaklaşım farklılıklarına bağlı olarak, kavramın iki farklı yorumu ve uygulamasının bulunduğu görülmektedir. Bunlardan, katı laiklik anlayışına göre din, bireyin sadece vicdanında yer bulan, bunun dışına çıkarak toplumsal ve kamusal alana kesinlikle yansımaması gereken bir olgudur. Laikliğin daha esnek ya da özgürlükçü yorumu ise dinin bireysel boyutunun yanında aynı zamanda toplumsal bir olgu olduğu tespitinden yola çıkmaktadır. Bu laiklik anlayışı, dini sadece bireyin iç dünyasına hapsetmemekte, onu bireysel ve kollektif kimliğin önemli bir unsuru olarak görmekte, toplumsal görünürlüğüne imkân tanımaktadır. Laik bir siyasal sistemde, dini konulardaki bireysel tercihler ve bunların şekillendirdiği yaşam tarzı devletin müdahalesi dışında ancak, koruması altındadır. Bu anlamda laiklik ilkesi din ve vicdan özgürlüğünün güvencesidir. Dinler ve inançlar, mensuplarının yaşam biçimlerini, kimliklerini ve diğer insanlarla ilişkilerini etkiler.”

HERHANGİ BİR İNANCA SAHİP OLMAYANLAR LAİK DEVLETİN KORUMASI ALTINDADIR

Din ve inanç yönünden toplumların çeşitlilik arzettiğinin, toplumda farklı dinlerin, inançların ya da inançsızlıkların bulunduğunun tarihsel ve sosyolojik bir gerçeklik olduğunun vurgulandığı gerekçede, demokratik ve laik devletin temel amaçlarından birinin, toplumsal çeşitliliği koruyarak, bireylerin sahip oldukları inançlarıyla barış içinde bir arada yaşabilecekleri siyasal düzenleri inşa etmek olduğu kaydedildi. Laikliğin, devletin din ve inançlar karşısında tarafsızlığını sağlayan, devletin din ve inançlar karşısındaki hukuki konumunu, görev ve yetkileri ile sınırlarını belirleyen anayasal bir ilke olduğunun ifade edildiği gerekçede, laik devletin, resmi bir dine sahip olmayan, din ve inançlar karşısında eşit mesafede duran, bireylerin dini inançlarını barış içerisinde serbestçe öğrenebilecekleri ve yaşayabilecekleri bir hukuki düzeni tesis eden, din ve vicdan hürriyetini güvence altına alan devlet olduğu belirtildi. Devletle dinin ayrılığının, din ve vicdan hürriyetinin bir gereği olmanın yanında, dinin siyasi müdahalelerden korunması ve bağımsızlığını sürdürmesi için de gerekli olduğunun altı çizilen gerekçede, “Farklı dini inançlara sahip olanlar ya da herhangi bir inanca sahip olmayanlar laik devletin koruması altındadır. Devlet, din ve vicdan özgürlüğünün gerçekleşebileceği ortamı hazırlamak için gerekli önlemleri almak zorundadır.

Bu anlamda laiklik, devlete negatif ve pozitif yükümlülükler yüklemektedir. Negatif yükümlülük, devletin bir dini ya da inancı resmî olarak benimsememesini ve bireylerin din ve vicdan hürriyetine zorunlu nedenler olmadıkça müdahale etmemesini gerektirmektedir. Pozitif yükümlülük ise devletin, din ve vicdan hürriyetinin önündeki engelleri kaldırması, kişilerin inandıkları gibi yaşayabileceği uygun bir ortamı ve bunun için gerekli imkânları sağlaması ödevini beraberinde getirmektedir” denildi.

LAİK DEVLET DİNLER KARŞISINDA TARAFSIZDIR

İnsan haklarına ilişkin milletlerarası antlaşmalarda da korunan din ve vicdan hürriyetinin, bireyin manevi gelişimine hizmet eden temel hak ve hürriyetlerin başında geldiği ifade edilen gerekçede, Türkiye’de, 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile başlayan süreçte din eğitimi veren okulların devlet tarafından kurulmasının öngörüldüğü ve bu alanda özel okulların açılmasının yasaklandığı kaydedildi. AİHM kararlarına atıfda bulunulan gerekçede, şöyle denildi:

“Laik devlet, dinler karşısında tarafsız olmakla birlikte, toplumun dini ihtiyaçlarının karşılanması konusunda kayıtsız değildir. Laiklik ilkesi, doğup geliştiği Batı’da, dinin toplumsal ve kamusal alandan tamamen dışlanması sonucunu doğurmamış, dini ihtiyaçların karşılanmasına yönelik devlet politikalarını beraberinde getirmiştir. Devlet okullarında ve özel okullarda öğrencilere din eğitim ve öğretiminin verilmesi bu politikaların başında gelmektedir. AİHM’nin tespitlerine göre, Avrupa Konseyine üye inceleme konusu 46 ülkeden 43’ü devlet okullarında öğrencilere din dersleri sunmaktadır. 46 ülkeden 26’sında bu eğitim zorunlu dersler arasındadır. Ancak, bu zorunluluğun biçim ve derecesi ülkelere göre değişmektedir. Bazı ülkeler, din derslerini mutlak olarak zorunlu tutarken, diğerleri ise bu derslerden muafiyetlere ve alternatif derslerin alınmasına imkân tanımaktadır. Devlet bir taraftan din eğitimi-öğretimi yapan kurumların açılması, diğer taraftan da okullardaki din eğitimi ve öğretimine ilişkin zorunlu ve seçmeli dersleri belirleme konusunda tekel konumundadır. Bireylerin devlet kurumları dışında din eğitim ve öğretimi alabilecekleri kurumsal alternatiflerinin bulunmadığı gerçeği, laikliğin devlete yüklediği pozitif yükümlülüğü daha anlaşılır ve önemli hale getirmektedir. Dava konusu kural, devletin din eğitimi konusunda üstlendiği pozitif yükümlülüğün bir gereğidir. Kuralla getirilen isteğe bağlı seçmeli derslerin, kişilerin kendi isteği ve küçüklerin de kanuni temsilcisinin talebi kapsamında sağlanacak olan din eğitim ve öğretiminin gereği olduğu açıktır. Kanun koyucunun ‘Hz. Peygamberimizin Hayatı’ ismini tercih etmesi zorunlu olarak İslam dini ile devlet arasında bir aidiyet ilişkisinin kurulması sonucunu doğurmaz. Her şeyden önce, kuralla getirilen isteğe bağlı seçmeli bir derstir. Dersin muhatabı da bu dersi seçecek olan öğrencilerdir. Dolayısıyla, dersin isminin o dersi seçecekler dikkate alınarak belirlendiği anlaşılmaktadır. İkincisi, diğer isteğe bağlı seçmeli ders olan ‘Kur’an’ dersinin yanına yüceltme ifadesi olan ‘Kerim’ sıfatının eklenmesine benzer şekilde ‘Hz. Peygamberimizin Hayatı’ isminin kullanılmasının, aidiyetlik kurmaktan ziyade, o dinin mensuplarının kutsallarına saygıyı ifade etmektedir.”

LAİKLİK İLKESİ DEVLET İLE İSLAM DİNİ ARASINDAKİ KURUMSAL İLİŞKİYİ MUTLAK SURETTE DIŞLAMAMIŞTIR

Türkiye’de baştan beri laiklik ilkesinin anayasal düzeyde ve uygulamada Devlet ile İslam dini arasındaki kurumsal ilişkiyi mutlak surette dışladığının söylenemeyeceğine dikkat çekilen gerekçede, Anayasa’da, resmi bir dine yer vermemekle birlikte, çoğunluk dininin mensuplarının inanç, ibadet ve eğitim gibi ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik resmi mekanizmaların öngörüldüğü ifade edildi. Anayasa’nın, dini hizmetleri toplumsal bir ihtiyaç olarak gördüğü ve devlete bu ihtiyaçların karşılanması yönünde yükümlülükler yüklediğinin belirtildiği gerekçede, “Anayasa’nın 24. maddesinde din eğitimi ve öğretiminin devletin gözetim ve denetimi altında yapılmasına dair düzenleme de bunu göstermektedir. Anayasa’da ifadesini bulan laiklik ilkesi, bir yandan dinin devletin esaslarını belirlemesini engellemekte, diğer yandan da din eğitim ve öğretimi dâhil dini hizmetlerin devlet eliyle verilmesine imkân tanımaktadır” denildi. Sadece bir dinin mensuplarının yararlanacağı isteğe bağlı seçmeli din dersine yer vererek, diğer dinlerin mensuplarına yönelik seçmeli dersleri Bakanlığın takdirine bırakmasının incelendiği gerekçede, toplumun çoğunluğunun mensubu olduğu İslam dininin kutsal kitabı olan Kur’an-ı Kerim ve Peygamberinin hayatıyla ilgili bilgileri içeren derslerin isteğe bağlı seçmeli ders olarak okutulmasının doğrudan kanunla öngörülmüş olmasının, diğer ilahi kitaplar ve peygamberlerin hayatının seçmeli ders olarak okutulamayacağı anlamına gelmediği kaydedildi.

KANUN LOZAN’A AYKIRI DEĞİL

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşu öncesine bazı toplumsal ve siyasal olayların azınlık dinlerinin mensuplarına özgü hukuki düzenlemeleri beraberinde getirdiğinin de bir gerçek olduğunun vurgulandığı gerekçede, dava konusu kuralın diğer dinlerin mensupları aleyhine bir eşitsizliğe neden olup olmadığını mevzuattaki diğer hükümlerle değerlendirildi. Gerekçede, şu değerlendirme yer aldı:

“Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurucu belgelerinden olan Lozan Antlaşması, azınlıkların haklarını düzenleyen en önemli hukuki metinlerden biridir.

Antlaşmanın “Azınlıkların Korunması” başlıklı üçüncü faslında, Türkiye’de yaşayan gayri müslim azınlıkların hukuku düzenlenmektedir. Böylece, Türk hukukunun ayrıcalıklı bir parçası haline gelen Lozan Antlaşması’nın Anayasa’nın 90. maddesi kapsamında kanun hükmünde olduğu açıktır. Lozan Antlaşması, Türkiye’nin tüm ahalisinin din farkı gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduklarını ve Türkiye tebaası gayri müslim azınlıkların, müslümanların sahip oldukları aynı medeni ve siyasi haklardan istifade edeceklerini belirtmiştir. Lozan Antlaşması, Müslüman olmayan azınlıklara muamele konusunda da önemli ayrıcalıklar getirmiştir. Dava konusu kural, Lozan Antlaşması’nın hükümleriyle birlikte değerlendirildiğinde din eğitimi ve öğretimi konusunda diğer dinlerin mensuplarına ayrımcılık yapılmadığı anlaşılmaktadır. Kişilere din ve vicdan özgürlüğü alanında seçenekler sunan, toplumu oluşturan bireylerin bu alandaki yaygın ve müşterek ihtiyaçlarının karşılanmasını kolaylaştıran tedbir ve uygulamalar laiklik ilkesine aykırı olarak görülemez. Nitekim hemen her ülkenin din eğitim ve öğretimi, hâkim dine belli bir ağırlık vermekte, diğer dinler karşısında çoğunluk dininin mensuplarına bazı öncelikler tanımaktadır. AİHM de objektif ve gerekli olduğu takdirde bu farklı muamelenin Sözleşme’ye aykırılık teşkil etmeyeceğini belirtmiştir.”

ÖĞRENCİLERE SEÇİMLİK DERS İMKÂNLARI SUNULMUŞTUR

Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde açılan Kur’an kurslarında gerekli dini bilgilerin verildiği gerçeği karşısında, Milli Eğitim Bakanlığına bağlı okullarda “Kur’an-ı Kerim” ve “Siyer” derslerinin verilmesinin eğitimin birliği ilkesine aykırı olduğu iddiasını da değerlendiren Anayasa Mahkemesi gerekçeli kararında, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluş kanunu gereğince kendisine verilen görevleri yerine getirmek için açtığı kursların, dava konusu kuralla yapılan düzenlemeden farklı olduğu belirtildi. Gerekçede, öncelikle, iki eğitim ve öğretim arasında nitelik farkı bulunduğu, Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesindeki kursların, örgün eğitim değil yaygın eğitim faaliyeti olduğu, öğrencilere ve kanuni temsilcilerine din eğitimi ve öğretimi konusunda seçenek tanındığı ve her iki kurum tarafından sağlanan din eğitimi ve öğretimin, devletin gözetim ve denetimi altında olduğu vurgulandı. Ortaokullar ile imam-hatip ortaokullarında lise eğitimini destekleyecek şekilde öğrencilerin yetenek, gelişim ve tercihlerine göre seçimlik dersler oluşturulması kurala bağlandığının altı çizilen gerekçede. “Ortaokul ve liselerde okutulacak diğer seçmeli dersler ile imam-hatip ortaokulları ve diğer ortaokullar için oluşturulacak program seçeneklerinin belirlenmesi hususunda Bakanlığa yetki verilmiştir. Ortaokulların farklı programlar arasında tercihe imkân verecek şekilde oluşturmasıyla kastedilen hususun, ortaokullarda mesleki ve teknik eğitim verilmesi olmayıp, öğrencilere ilgi, yetenek ve becerilerine göre seçimlik ders imkânlarının sunulmasından ibaret bulunduğu ve amacın, yönlendirme sürecini daha erken yaşlarda başlatmak olduğu anlaşılmaktadır. Yönlendirme sürecinin bir parçası olarak ortaokullarda, öğrencilerin ilgi, yetenek ve becerilerinin ortaya çıkmasına yardımcı olmak amacıyla seçimlik derslerden oluşan farklı programların oluşturulması, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına aykırı olmadığı gibi millî eğitimin temel hedeflerine de uygundur. Seçimlik ders olanağı sunulmasından ibaret olan farklı program uygulamasının, çocuğu fiziksel, ruhsal, cinsel ya da sosyal olarak zarara uğratması söz konusu olmadığından bu uygulamanın, çocuğun istismarı olarak yorumlanması da olanaksızdır” denildi.

KATSAYI UYGULAMASI ADALETSİZ SONUÇLAR DOĞURDU

İşletmelerde çalıştırılabilecek çırak oranı konusunda yüzde on tavan sınırlamasının kaldırılmasının da değerlendirildiği gerekçede, beceri eğitiminin, mesleki ve teknik okullarda okuyan öğrencilerin eğitimlerinin bir parçası olduğu ve teorik bilgileri uygulamaya aktarabilmelerini sağladığı kaydedildi. On ve daha fazla işçi çalıştıran işletmelerin beceri eğitimi yaptırmakla yükümlü kılındıkları öğrenci sayısına getirilen yüzde on üst sınırının kaldırılmasıyla, beceri eğitimi verilen ortamların artırılmasının amaçlandığının anlaşıldığı bilgisine yer verilen gerekçede, değişikliğin, uluslararası sözleşmelerle çocuklara tanınan mesleki ve teknik eğitim hakkının işlevselleştirilmesine yönelik olduğu sonucuna ulaşıldığı kaydedildi.

Anayasa’da yükseköğretim kurumlarına girişte uygulanacak merkezî sınav notunu etkileyecek ortaöğretim başarı notunun hesaplama yöntemini belirleme yetkisinin YÖK’e ait olduğu yolunda doğrudan bir hüküm bulunmadığı gibi dolaylı olarak da bunu zorunlu kılan herhangi bir düzenleme yer almadığının ifade edildiği gerekçede, “Kanun koyucunun, yasama yetkisinin genelliği ilkesi gereğince, yükseköğretim kurumlarına girişte uygulanacak merkezî sınav notunu etkileyecek ortaöğretim başarı puanını hesaplama yöntemini doğrudan kanunla belirlemesinde Anayasa’ya aykırı bir yön bulunmamaktadır” denildi.

Katsayı uygulamasının, meslek liselerine yönelimi azalttığı ve adaletsiz sonuçlar doğurduğu gerekçesiyle kaldırıldığının ifade edildiği gerekçede, “Kuralın, adil olmadığı düşünülen önceki yükseköğretime giriş sınav sisteminin değiştirilmesi amacıyla ihdas edildiği gözetildiğinde, 6287 sayılı Kanun’un yürürlüğe girdiği tarihinde lisede okuyan öğrencilerin, önceki sistemin uygulanacağı yolundaki beklentilerinin korunmamasının hakkaniyete aykırı düşmediği ve bu beklentinin meşru beklenti seviyesine ulaşmadığı sonucuna varılmıştır” denildi.

AMAÇ MESLEK LİSELERİNİ ÖZENDİRMEK

Hiçbir ölçü getirilmeden, ilkeye yer verilmeden, çerçeve çizilmeden okul birincileri için ek kontenjan belirleme ve yerleştirme yetkisi ile ortaöğretimlerinin tamamını yurt dışında tamamlayan öğrencilerin yükseköğretim kurumlarına kabul usul ve esaslarını belirleme yetkisinin YÖK’e bırakılmasının da değerlendirildiği gerekçede, her ülkenin eğitim sistemi birbirinden farklı olduğu için, yabancı ülkelerdeki ortaöğretim kurumlarından mezun olan öğrencilerin Türkiye’deki ortaöğretim kurumundan mezun olan öğrencilerle aynı durumda olduklarını söylemenin olanaksız olduğu ifade edildi. YÖK’e, okul birincileri için ek kontenjan belirleme ve ortaöğretimlerinin tamamını yurt dışında tamamlayan öğrenciler için yükseköğretime girişlerinde farklı usul ve esaslar belirleme yetkisi verilmiş olmasının, eşitlik ilkesini zedelemeyeceğine dikkat çekilen gerekçede, okul birincilerine ne kadar ek kontenjan ayrılacağının hesaplanmasının teknik ve uzmanlık gerektiren bir konu olduğu bu konudaki yetkinin idari makamlara bırakmış olmasının, yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesine aykırılık oluşturmayacağı kaydedildi.

Mesleki ve teknik eğitim veren liselerin öğrencilerine önlisans programlarına sınavsız geçiş hakkı, önlisans programlarından mezun olan öğrencilere de lisans programlarına dikey geçiş hakkı tanınarak meslek liseliler için, genel liselerde bulunmayan ayrıcalıklı bir durumun yaratıldığı konusunun da değerlendirildiği gerekçede, “Mesleki ve teknik eğitim kurumları, iş dünyasının ihtiyaç duyduğu yüksek nitelikli ara insan gücünün karşılanması amacıyla faaliyet gösteren kurumlar olup bu yönüyle diğer eğitim kurumlarından ayrılmaktadırlar. Amaçları yönünden farklı konumda oldukları açık olan mesleki eğitim kurumları ile diğer eğitim kurumları arasında eşitlik karşılaştırmasının yapılmasına olanak bulunmamaktadır” denildi.

FATİH PROJESİ YENİ BİR İSTİSNA GETİRMİŞTİR

FATİH Projesinin de değerlendirildiği gerekçede, şu değerlendirmede bulunuldu:

“Kamu İhale Kanunu’nda düzenlenen şikâyet ve itirazen şikâyet prosedürü, bu Kanun kapsamına giren ihaleler yönünden uygulanması öngörülen özel idari başvuru yolu niteliğinde olup, bu prosedürün varlığı diğer ihaleler yönünden idari ve yargısal başvuru yollarının kapatıldığı anlamına gelmemektedir. Kamu İhale Kanunu kapsamında olmayan ihalelerdeki hukuka aykırılıkların genel hükümler çerçevesinde idari ve yargısal başvurulara konu edilmesi mümkündür. FATİH projesi kapsamında kalan mal ve hizmet alımlarının Kamu İhale Kanunu kapsamı dışına çıkarılmasında kamu yararı amacı dışında bir amaç güdüldüğü saptanamadığından kuralda, Anayasa’ya aykırılık söz konusu değildir. Devletin, kamu gücü kullanan otoritelere eşit muamele etme yükümlülüğü bulunmamaktadır. Kanun koyucunun, bir yetkiyi belli bir kamu otoritesine tanıyıp diğerlerine tanımaması eşitlik ilkesine aykırılık oluşturmaz. Bütçenin yıllık olması ilkesine yeni bir istisna getirilmektedir. FATİH Projesi kapsamında Millî Eğitim Bakanlığına bağlı okullara internet erişim hizmetleri ve ağ altyapısının sağlanması için Millî Eğitim Bakanlığı ve Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığınca 2015 yılı sonuna kadar yapılacak mal ve hizmet alımları ile yapım işlerinde üst yöneticinin onayıyla 15 yıla kadar gelecek yıllara yaygın yüklenmelere girişilebilmesi olanaklı hale getirilmiştir. İstisnanın uygulanacağı süre 2015 yılı sonuyla sınırlı tutulmuştur. FATİH projesi, okulöncesi, ilköğretim ile ortaöğretim düzeyindeki tüm okullarda bulunan 570 bin dersliğe dizüstü bilgisayar, LCD panel etkileşimli tahta ve internet ağ altyapısı sağlamayı amaçlayan ve beş yılda tamamlanması planlanan bir proje olup bu projenin, Anayasa’nın 161. maddesinin üçüncü fıkrası anlamında bir yıldan fazla sürecek iş ve hizmet niteliğinde olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla, Fatih projesi kapsamında yapılacak mal ve hizmet alımlarında birden fazla yıla yaygın yüklenmelere girişilmesine olanak tanıyan dava konusu kural Anayasa’ya aykırı değildir.”

Diğer Haberler

  1. Bursa'da lodos: Ağaçlar devrildi, durak yerinden söküldü
  2. Karaman’da aniden yola çıkan ineğe otomobil çarptı: 5 yaralı
  3. Bolu'da yoğun kar yağışı kara yolunu kapattı
  4. BUDO'nun birçok seferi iptal edildi
  5. Mühendisliği bıraktı, ayakkabı tamircisi olmaya böyle karar verdi!
  6. Sabiha Gökçen ve İstanbul Havalimanı'nda birçok uçuş iptal edildi
  7. Beylikdüzü'nde fabrika yangını: Müdahale sürüyor
  8. Valilik açıkladı: Tunceli’de eylem ve etkinlikler 10 gün süreyle yasaklandı
  9. Sağlık Bakanı Kemal Memişoğlu'ndan yenidoğan çetesi ile ilgili açıklama
  10. Çorluspor 1947 teknik direktörü Ersin Aka, silahlı saldırıda hayatını kaybetti

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.