Emre Kongar VATAN'a konuştu!
Teröre karşı savunma eğitimi aldım hâlâ sırtımı duvara dönüp otururum
Emre Kongar kimilerine göre sıradan bir ulusalcı, kimilerine göre de Cumhuriyet’in en büyük savunucularından... Bana sorarsanız, birbirinden ilginç ve şık fularları, yelekleri, ceketleriyle Türkiye entelijansiyasının en şık erkeklerinden de. Hayatını anlattığı “Herkesten Bir Şey Öğrendim” isimli nehir söyleşini okuyunca gördüm ki, aynı zamanda en renkli kişiliklerindenmiş de... Feridun Andaç’ın gerçekleştirdiği bu söyleşide öyle bölümler var ki, gözlerinize inanamıyorsunuz. Daha doğrusu, Emre Kongar’ın “ağır abi” görüntüsüyle okuduklarınızı bağdaştıramıyorsunuz. Mesela gençliğinde aletli-aletsiz pek çok spor yaptığını ve hâlâ üçgen bir vücudu olduğunu... İlk kez, hem de bir ıhlamur ağacının altında, 7-8 yaşlarındayken öpüştüğünü... Bu yüzden “Her taze aşk bana ıhlamur kokar” dediğini. 15 yaşındayken bir kaza sonucu abisini kaybeden bu yüzden her günü ölecekmiş gibi yaşayan Kongar’ın kitabı, polemiklerle de dolu. Murat Belge de eleştirilere hedef oluyor, Çetin Altan da! Bu nedenle biz de kendisiyle hem renkli kişiliğine hem de kitapta yer alan ve tartışma yaratmaya aday bu eleştirilerine yer veren bir söyleşi gerçekleştirdik.
Mehmet uygar, Cengiz saldırgandı
“Yorum Farkı” en çok izlenen programlardan. En son Mehmet Barlas’la kavga etmiştiniz ama yine bir araya geldiniz?
Zaten “Bir araya gelmeyiz” dememiştik; “İnşallah pazartesi buluşuruz” demiştik. Buluşamadık çünkü Mehmet hastalandı, salı buluştuk. Bu gerilimler oluyor, olacak da. Her an program bitebilir. Örneğin Cengiz Çandar ile yürümedi.
Foto galeri için tıklayın |
Fark neydi?
Ben aynı adamım. Fark ikisi arasında... Cengiz Çandar saldırgandı, Mehmet Barlas ise uygar. Bu kadar basit! O uygarlık çerçevesinde gerginleşmemize, sertleşmemize rağmen her şeyi tartışabiliyoruz. Şunu da söyleyeyim; programın tadını, tuzunu Mehmet Barlas veriyor. Çünkü ben dümdüz gerçekleri anlatıyorum. Derste neysem, NTV’de de oyum. Mehmet, gerçekleri -bana göre tabii- eğiyor, büküyor... Espriler yapıyor, öyküler anlatıyor. Programın reytingi Mehmet’in tavrından kaynaklanıyor.
Ama siz de entelijansiyanın en şık erkeklerindensiniz. Fularlarınızın bu reytingte hiç mi payı yok?
Hayır, herkes onları görmezden geliyor. Bazen küfrederlerken “Adamın halktan kopuk olduğu giyiminden belli” diyorlar. Halbuki, fular kravattan daha yakındır halka. Çünkü kravat “Hırvat”tan gelir ve tam bir Fransız sarayı ifadesidir. 100’ün üzerinde fularım var. 1974’te askerlik sonrasında takmaya başladım.
Bir de kalem koleksiyonunuz var...
Onların sayısını bilmiyorum. Bu gördükleriniz (yazı evindekiler) kurşunkalem koleksiyonu. Dolmakalem koleksiyonum ise evde. İçlerinde çok pahalı olanlar var. Ama artık takip etmiyorum çünkü vaktim de, param da yetişmiyor. Baston koleksiyonum da vardır. İlginç bir koleksiyondur.
HER GÜN ÖLECEKMİŞ GİBİ YAŞARIM
15 yaşındayken ağabeyinizi kaybetmişsiniz. Bu sizi nasıl etkiledi?
Onun ölümü benim için bir yarı tanrının ölümüydü. Sporda birinci, edebiyatta birinci, dostluklarda birinciydi. Bu ölümün bugün bile beni etkileyen bir sonucu oldu; ölümü tattım. Eğer biraz iyi insansam, başkalarına saygılıysam bu ağabeyimin zamansız ölümündendir. Hani mezarlığa gidersiniz ve dönerken “Şu ölümlü dünyada nelerle uğraşıyoruz. Çok çalışıyoruz, az sevişiyoruz, sevdiklerimizi daha çok arayalım” dersiniz ya, ben her gün bunları düşünürüm. Bu yüzden herkese son kez bakıyormuş gibi bakarım. Bu bende müthiş bir çalışma telaşı ve azmi de yarattı. Çünkü ben de erkenden ölebilirdim...
Murat Belge artık benim sağımda
Kitapta tartışma yaratacak bölümler var.
Murat Belge için “Artık o, benim sağımda kalıyor” diyorsunuz...
1970’lerin başında Murat Belge ve arkadaşları sosyal demokrat olduğum için beni “Tatlı su sosyalisti” olarak tanımlardı. Çok da iyi çocuklardır, onları severim de. Onlar biraz katı Ortodoks Marksist’ti. Hatta Stalinci çizgiye yakındılar. Ama şimdi onlar vahşi kapitalizmin, küreselleşmenin çizgisinde duruyorlar. Ayrıca en hafif tabirle, katı muhafazakâr, dinci çizgideki hükümete de destek veriyorlar.
Cengiz Çandar ve Hasan Cemal solun düşmanına destek veriyor
Benzer bir eleştiriden Cengiz Çandar, Şahin Alpay ve Hasan Cemal de payını alıyor...
Aynen. Onlar da solun en büyük düşmanı olan, emperyalizmin en vahşi biçimi olan küreselleşmeden yana. İçeride de dinci bir partiye destek veriyorlar. Evrensel olarak en vahşi sömürüden, milli olarak da dinci iktidardan yanalar. Sağcılığın başka bir tanımı olabilir mi?
Hasan Cemal’in Doğan Avcıoğlu’nun askerci çizgisinden geldiğini de hatırlatıyorsunuz.
Kendi anlatıyor bunları. Doğan Avcıoğlu ile nasıl çalışmış vs. Bu çocuklar, yani eski askerciler, Maocular (Cengiz Çandar ve Şahin Alpay’ın eski ideolojik çizgisi) ve Stalinciler o zaman da dogmatiklerdi, bugün de öyle. O zamanki dogmatiklikleri Marksçılık veya Maoculuktu. Bugün de liberal maskesi altından saldırılarını sürdürüyorlar. Yaptıkları liberallik değil, açık faşizm. Totaliterler. Çünkü ya onlardan yani iktidardan yanasın ya da darbecisin, kötü anlamda Atatürkçü’sün, jakobensin.
Ama onlar da demokrasi mücadelesi verdiklerini söylüyorlar?
Demokrasi böyle mi savunulur? Klasik örnek, Ergenekon davası! Bu dava, devlet gücünün, devlet adına veya kendi adlarına kötüye kullanılmasının yargılanması ise sonuna kadar gidilsin. Ama Türkan Saylan’ın evinin aranması, ÇYDD’nin şubeleri basılmasıyla bu bir niyet yargılamasıdır. İnsanlar mecbur mu iktidarı desteklemeye? Burada ölçü insan hakları! Siz “darbecilere karşıyım” diye insanları siyasal tavırlarından ötürü yargılarsanız, buna destek verirseniz bu sizin totaliterliğinizi gösterir.
Peki bu neden oldu? 1990’lı yıllarda tartışma programlarını izlerken demokrasi tanımı söz konusu olduğunda Murat Belge, Cengiz Çandar vs. ile sizi benzer fikirlerde görürdük. Demek ki bir kırılma oldu.
Washington, Ankara, Bürüksel çizgisi bu arkadaşları tutsak aldı. Kendilerine sorun. Küreselleşme adına, ucu şeriata kadar giden koyu muhafazakâr bir iktidara destek vermelerinin sebebi nedir? Onların iç mekanizmalarını, içselleştirdikleri değerlerini nasıl değiştirdiklerini bilemem. Yavaş yavaş oluyordur tabii bunlar. Kimse “Menfaat için fikirlerimi değiştiriyorum” demez. O ağlar yavaş yavaş örülür. Bir burs alırsınız, bir toplantıya çağrılırsınız, bir yerde bir makam verirler, bir araştırma yaparsınız, fon verirler... Çetin Altan’la Yaşar Kemal’e ödül verilirken “Artık yazarlar yargılanmıyor” dendi. Ama biliyoruz ki, müstehcenlikten ötürü kitaplar yargılandığı gibi Nedim Gürsel ve Nedim Şener yargılanıyor. Bu iktidar ve destek olanlar açısından en nazik deyimiyle çifte standart, kaba tanımıyla da iki yüzlülük değil midir?
Hasan Pulur, “Erol Simavi’nin koltuğuna ancak 23 Nisan’da oturursun” dedi
Kitapta Hilmi Yavuz’a yönelik ise bir eleştiri değil de içerleme, kırgınlık var...
Bu acıklı bir hikâye... Hilmi Yavuz, bana itibar kaybettirici ve doğru olmayan yazılar yazdı. Hem babam hem de benim hakkımda. Babam hakkında olanları hiç affetmiyorum. Hakkımda yazdığı şuydu: Erol Simavi’nin odasına yerleştiğim, makam koltuğuna oturduğum, havalara büründüğüm ve Hasan Pulur’un da bana “Sen o koltuğa ancak 23 Nisan’da oturursun” dediğiydi. Burada tek doğru var. Erol Bey’in odasında toplantı vardı, geç kalmıştım, boş bulduğum koltuğa oturdum. Hasan Pulur da gayet keyifli “Orası Erol Bey’in koltuğu” dedi, ben de “Ne olacak” dedim, hiyerarşi anlayışım pek yoktur. O da bunun üzerine “Sen oraya ancak 23 Nisan’da oturursun” dedi ve hep birlikte gülüştük. Hilmi maalesef bunu çirkin bir biçimde istismar etti.
Neden yaptı sizce?
Hilmi’nin edebiyatta durduğu yere itirazım yok. Ama felsefi ve ideolojik olarak durduğu yer, yanlış. O da solculuk adına açıkça dincilik yapıyor.
Sakalımı kesmedim ve istifa ettim
Yıldız Teknik Üniversitesi’nde ders veriyorsunuz... Sizin sınıfınızda türban bir kriter mi?
Öğrencilerimin başı açıkmış, kapalıymış asla bakmam. Onlar benim için mukaddestir. Bugün bile sınıfımda kapalı öğrenciler var, kıyafet yönetmeliğine uygun kapanıyorlar. Ama öyle olmasaydı da bakmazdım. Ben polis değilim, ders veriyorum.
Siz de 12 Eylül döneminde üniversitenin kılık-kıyafet yönetmeliğine uymadığınız, sakalınızı kesmediğiniz için istifa etmek zorunda kalmışsınız...
Bu yasak geldiğinde kimileri çıkıp “Sakalımı, bıyığımı keseceğime kellemi keserim, daha iyi” demişti... Bense “Üniversiteyi o kadar çok seviyorum ki, gerekirse kolumu keserim” demiştim. Ben 1402’lik listede yoktum. Ama sonra bana da “Sakalını kesmezsen listeye gireceksin” denince, “O zaman istifa edeyim” demiştim. Bunun üzerine 13 asistan arkadaşım ziyaretime geldi. Hepsi makyajsız, bıyıksız, sakalsız... Yani “istifa etme” diyorlar. Ben de “Tamam” dedim, onlar gidince tıraş makinesini elime aldım ama kesemedim. O zaman anladım ki, insan neleri yapamayacağını, yapmaya karar verince anlıyor...
Bu durumda siz de türbanlı kızlarla aynı kaderi paylaşmıyor musunuz?
Hayır çünkü benim sakalımın, solcu bıyığı ya da türban gibi ideolojik bir simgesi yoktu. Olsa bunun kavgasını verirsin. Bu benim kişisel tercihimdi. Bence başı örtülü kadın ailesi tarafından baskı altındadır. Aynı şey başı açıklar için de geçerli. Öyle yetiştiriliyorlar.
Sırtınızı duvara yaslayıp oturduğunuz doğru mu?
Hacettepe’de birlikte görev yaptığım Bedrettin Cömert öldürüldükten sonra Ecevit’in emri ile çok sıkı korunmaya alınmıştım. Teröre ilişkin savunma eğitimi vermişlerdi. Bu yüzden hâlâ kamuya açık yerlerde sırtımı duvara dönüp otururum.
Kadının ikinci sınıf olduğunu empoze ediyorlar
Üç kadın akademisyen; Nilüfer Göle, Nur Vergin ve Tülin Bumin de eleştirilerinizden payını alıyor. Neden?
Bu üç hanımefendi kadınların özgürlüğünü ve bağımsızlığını reddeden bir tavır içindeler. Feodal toplumun kadınlara biçtiği ikinci sınıf rolün içselleştirerek empoze edilmesine hizmet ediyorlar. Mesela Nilüfer Göle diyor ki, “Kızlar türban takarak özgürlüğüne kavuşuyor.” Kadınların başının açık olması sokağa çıkmalarını sınırlıyorsa, neden illa türban deniyor? Başörtüsü takarak sokağa çıktıklarında özgürleşmiyorlar mı? Bu kadar basit bir soru soruyorum, o kadar!
Çetin Altan Marksizm adına Özal’ı savundu
II. Cumhuriyet sözü Mehmet Altan’a değil, Özal’a aittir diyorsunuz. Öyle mi?
Bunu Mehmet’le de tartıştık. O kendisine ait olduğunu söylüyor. Ama bu, terimin fikir babası da uygulayıcısı da Özal’dır.
Çetin Altan’ı hem seviyorsunuz hem de sert eleştiriyorsunuz?
Sert eleştirmiyorum. Çetin Altan, Özal politikalarını Marksizm adına savunmuştu. Demişti ki; “Marksizm üretim araçlarının geliştirilmesidir. Özal, Türkiye’deki üretim araçlarını geliştiriyor. O halde Marksizm açısından ilericidir ve desteklenmesi gerekir.”
Biraz tuhaf bir önermeymiş...
Evet. Ben de diyorum ki, Çetin Altan, Özal’ı destekleyebilir, şerefine kadeh de kaldırabilir ama bunları Marksizm adına yapamaz. Çünkü Özal Marksizm’e karşıydı, yaptıkları da. Ayrıca Çetin Altan çok kaba bir korelasyon kurarak diyor ki; “Teknoloji ilerlerse siyasal, ekonomik, sosyal sorunlar da azalır.” İşte Londra-New York arası uçakla bir saatte gidilirse, insanlar uzaya çıkarsa bugünkü sorunlara güleceklerdir. Hiç ilgisi yok, belki de tam tersi. Çünkü teknoloji ilerledikçe insanlar arasındaki kültürel, ideolojik ve duygusal sorunlar daha da derinleşebilir. Klasik örnek İran! Nükleer teknolojisini de geliştirdi, bilgisayar teknolojisini de.
Dedem şapka giymeyi reddetmişti
Atatürk devrimlerini savunan birisiniz. Dedeniz de Şapka Devrimi’nden sonra kavuğunu çıkarmış ama şapka takmamış...
Dedemi iyi anlamak lazım... Düşünün ki bir adam, tüm hayatını İslami Hukuk İlmine adamış. O bilgileri hem aktarıyor, hem de onlara göre yaşıyor. Sonra bir devrim oluyor ve İslami hukuk yerine laik bir hukuk ve onun günlük yaşamdaki yansımaları geliyor. Dedem, bağımsızlığı görüyor, Atatürk’e büyük hayranlığı var ama günlük yaşam biçimini de değiştirmek istemiyor. Onun bu tavrı çok insani. Ama babam verem geçirdiğinde, doktorlar “Her gece bir bardak kırmızı şarap içecek” deyince de -şişenin üstüne kuvvet şurubu yazıyorlar- gerçeği bilmesine rağmen sesini de çıkarmıyor. Biliyorsunuz, içkiden çok şarap haramdır.