Bugün 1 Kasım 2015...
Türkiye’nin tarihinde yeni bir dönüm noktası olan genel seçimler yapılıyor...
Ben ise, bugün; 13 yıl öncesine gidiyorum...
3 Kasım 2002 tarihindeki genel seçim gecesine...
AKP’nin tek başına iktidara geldiği o seçim gecesinde yaptığım son seçim yayınına ve sessiz sedasız haberlere veda edişime...
O gece son kez çıkıyorum televizyon haberlerine ve seçim gecesi canlı yayınına Star Televizyonunda...
8 saat kesintisiz yayını yaptıktan sonra, sessizce kimseleri ayağa kaldırmadan sabaha karşı 04’te 22 yıllık habercilik hayatıma; 7 yıllık anchormanliğe ve yayın yönetmenliğine veda ediyorum...
13 YIL İÇİNDE ALDIĞIM “HABERCİLİK TEKLİFLERİ”NE KARŞIN HAYATIMIN DEĞİŞEN TARİHİ...
Şimdi açıklıyabilirim...
Çünkü üstünden geçen zaman, bana yapılan televizyon haberciliği tekliflerini “benim için bir pazarlık unsuru olmaktan çoktan çıkarıyor...”
***
13 yıl içinde, rahmetli İlhan Selçuk’un Cumhuriyet TV için teklifi de dahil olmak üzere, Türkiye’de tüm siyasi cenahların televizyonlarından ve ana akım merkez medyadan ana haber bülteni, haber merkezi ve ana haber bülteni yapmak için değişik teklifler alıyorum...
3 Kasım 2002 tarihinden itibaren, ana haber bülteni yapmamı isteyen teklifler 5 farklı kanaldan ve siyasi duruştan geliyor...
***
Hepsine karşı aynı şeyi söylüyorum...
-“Televizyon haberciliğini artık düşünmüyorum...”
Dün Tenis Eskrim Dağcılık kulübünde, çocukların tenis antrenmanı bittiğinde, orta yaşa yakın bir çift yanıma yaklaşıyor ve erkek gözümün içine bakarak;
-“Sizi özledik...” diyor...
Ne demek istediğini anlıyorum...
Sormuyorum fazlasını...
Elini; elimin üzerine koyuyor, dostça tutuyor bir süre...
-“Teşekkür ederim...” diyorum, dostça selamlıyorum ve ayrılıyoruz...
Çocuklarım;
-“Baba insanlar seni niye özlediğini söylüyorlar” diye bana soruyor...
Onlara gülümsüyorum...
7 yaşına gelen çocuklarımın, babalarının geçmişiyle ilgili hiçbir şey bilmediklerini fark ediyorum...
Aklıma birkaç yıl önce yazdığım Up Close and Personel (Daha Yakın ve Daha Özel) filmi geliyor...
O filmi izledikten sonra, 13 yıl öncesi haberi bıraktığım gün için kaleme aldığım yazıya gidiyor anılarım...
Şöyle o yazı...
YETİŞTİRDİĞİM HABERCİ ÇOCUKLAR VE KENDİ ÇOCUKLARIM...
“Bundan 13 yıl önce, dünya çapında halen kırılmamış ratinglerle zirvelerde gezerken bırakıyorum ana haber bültenini ...
Senelerce kırılamayacak ve bir daha kırılması asla mümkün olmayacak bir izlenme oranının sahibi o günlerde yaptığımız haber bülteni...
***
Ben ve arkadaşlarım “haberciliği, televizyonculuğu, inançlarımız çerçevesinde, kimselere müdanaası olmadan, objektif ve bağımsız kalabilen bir haber merkezinin, ölümü göze alan gazetecilerinden ibaret” görüyorduk...
***
Nice muhabir arkadaşım, kafalarını gözlerini yaran saldırılara uğrardı haberlerini yapmak uğruna...
Belki de yirmi kez evimden uzaklaşıp, başka bir yerde ikamet etmek zorunda kaldım, o günlerde aldığım ölüm tehditleri karşısında...
***
Kameramanlarımın kafaları defalarca kırıldı...
Kameralar kaç kere kırıldılar onu bilmemekteyim...
Polisler verildi beni korumaları için...
Çemberler oluşturuldu, silahlı saldırılar olmaması için...
Gazeteler ve rakip televizyonlar, bir insanı süründürürcesine “linç ettiler beni ve haber merkezimi...”
***
Aleyhimizde kumpaslar kuruldu, işimizden ettirilmek için planlar yürürlüğe kondu, devlet harekete geçirildi, haberlerimiz sakıncalı ilan edildi...
Ve nihayet bir gün; onüç yıl önce bugünlerde bir gün, “elimiz haberlerden çektirildi...”
O günden beri, bir daha elimi sürmedim ne haber merkezine, ne de haber bültenine...
***
Yetiştirdiğim habercilerin teker teker televizyonlarda büyümesinden mutlu oldum, gurur duydum...
Tek tek toplayana kadar canımın çıktığı, öğretene kadar günler, geceler boyu ter döktüğüm, yüz kişilik haber merkezimin dağıtılıp, tarumar edilmiş görüntüsüne seneler boyu içten içe ağladım...
Bir gün olsun kimseciklere tek bir söz söylemeden...
***
Önceki gece, Robert Redford’la Michelle Pfeiffer’in iki televizyon habercisini canlandırdığı Up Close and Personal (Daha yakın ve Daha Özel) filmini izlemeye koyulmuştum...
Birbirine aşık karı koca televizyon habercilerinin; televizyondaki vahşi rekabetinin ortasında yürüttükleri habercilik serüvenini izlerken, gözyaşlarım evin salonunda aktı gitti...
***
Bir zamanlar ben ve arkadaşlarım da böyle habercilik yapardık...
Kelle koltukta, kimselere müdanaamız olmadan, kimselerden emir almadan, ancak haberciliğin çarpıcılığını ve feriştahını yapmaya çalışarak...
***
Ne verdiğimiz manşetler, ne ürküttüğümüz çevreler, ne müdanaasız habercilik, ne teşekkürsüz yerilmeler, bizi durdurmadı “hiç kimseleri umursamadan, kırdığımız dünya rekorlarında...”
***
Fakat bir gün bir odada, bu maceranın sonunun geldiğini anladım...
Tam on üç sene önceydi, o maceranın bittiği an...
Bir daha da elime almadım haber mikrofonunu...
‘Ne arıyorsun sen?..’ dediler ‘spor yorumculuğunda?..’
Gülümsedim, geçiştirdim soruları...
Ne yapıyorsun sen ‘Akademi Türkiye programında’ diye müstehzi sordular...
“Haberciliği bıraktım, Meral Okay gibi dostlar biriktirmekteyim şimdi...” demedim, diyemedim...
Önceki gece Michelle Pfeiffer’in “televizyon haberciliğinde merdivenleri yükselişinin öyküsünü” izliyordum..
***
Robert Redford’un haber için gittiği Panama’da katledilişini izledim önceki gece...
Michelle Pfeiffer’in ölümden sonra televizyon haber merkezinin önünde yaptığı konuşmayı...
O ağlarken ben de ağladım...
***
Demokrasi, kendi derslerini, zaman içinde kendisi verir...
Fazladan müdahil olmaya gerek yoktur...
Haberciliğimden dolayı utanacak mıyım?..
Kimselerden emir almadım ki utanayım...
Bağımsız, müdanaasız yaşadım, inandığım ve hissettiğim şeyleri söyledim...
Önceki gece birbirine aşık karı koca televizyon habercisinin ölümle biten habercilik maceralarını izledim...
Haberle, habercilikle ve ölümle biten kıyasıya bir rekabetin “ağlatan mecrasını” yarım kalan aşkın gözyaşlarıyla izledim...
İzlerken, benim için artık haberciliğin geri gelmemek üzere bittiğini fark ettim...”
***
Yazı böyle...
Çocuklarıma dönüyorum...
-“Haberci çocuklar yetiştiler...” diyordum;
-“Televizyonları idare ediyorlar... Sıra sizleri yetiştirmekte sanırım... Tanrı şimdi bana bu misyonu verdi... Yazıların yanına ‘kutsal bir görev’ namına...”