Türkiye’yi televizyon haberlerinde kasıp kavurduğumuz yıllardı...
Bir gün haber müdürü arkadaşlar haber toplantısında;
-“Cemalettin Kaplan’ın oğlu Metin Kaplan, Almanya’da konuşma yapmış... ‘Gerekirse Anıt-Kabir’i bombalarız, havadan saldırırız...’ diyor... Ajanslar üzerinden bağlantı kurduk yakın çevresiyle... Yakınındakiler Metin Kaplan’ın akşam bizim canlı yayınımıza çıkabileceğini söylüyorlar... Teklif edelim abi... Siz ve karşınızda Anıtkabir’e saldırabileceklerini söyleyen Metin Kaplan... Acayip bir yayın olur... Büyük bir televizyonculuk başarısı olur...”
Kendi yetiştirdiğim çocuklar, beni can damarımdan vurmayı çoktan öğrenmişlerdi...
-“Büyük bir televizyonculuk ve habercilik başarısı olur...”
Bu sözü söyle...
Başka birşey söylemeden çek yanımdan git...
Ucunda ne olursa olsun, biliyorlar ki nasıl olsa kabul edeceğim...
Oturduğum koltukta geriye doğru yaslandım...
Toplantıda bütün gözler üzerimdeydi...
Hemen “evet” dememek için işi yokuşa sürdüm...
-“Oğlum başımıza bela gelir...”
İçimden düşünüyordum...
-“Adam yayında, yayın ilkelerine aykırı, suç teşkil edecek biçimde konuşursa, üste çıkıp susturmak zorunda kalacaksın... Al başına belayı...
Yayında suç işlese, sen ‘ne yapayım suçu o işliyor, onu bağlar, beni değil’ diye, pasif kalamazsın...
Suça ortak olmaktan hakkında dava açılır...
Ayrıca milyonlarca insan sana dönüp, “Utanmadın mı adamın konuşmasına doğru düzgün cevap veremedin” diye seni yerin dibine batırır...
En önemlisi ise şu:
-“Sen hazmedebilir misin o söyleyeceği sözleri?..”
Hazmetmeyip cevap vereceksin...
Peki onlar senin söyleyeceklerini nasıl hazmedecekler?..
Belalardan bela seçmek zorunda olduğum durumlardandı...
-“Bu çok belalı bir yayın olur... Yapmasak mı?..” diyecek oldum...
Diyorum ama, kendim de söylediğime inanmıyorum...
Biliyorum ki hepimiz “habercilik” denen o virüsün kanımızda dolaşmasıyla yaşıyoruz...
Biz hayır desek bile, “damarlarımızda dolaşmakta olan kan duruma itiraz edecek...”
-“Emin misiniz canlı yayına çıkmak istediğinden?..” dedim...
-“Evet abi...” dediler...
-“Çıkarım diyormuş...”
Fitili ateşlemişler gazı vermişlerdi...
Beni en hassas yerimden vurmuşlardı:
-“Madem çıkmak istiyor, bize de onu yayına çıkarmak düşüyor...” deyiverdim...
Malumun ilamı zaten...
Öyle bir yayın ihtimali olacak biz, ‘haberciyiz’ diyerek tekmeye kafa uzatırken, buna ‘yok istemeyiz’ diye almayacağız...
Allah yazdıysa bozsun!..
Şimdi düşünüyorum da “arka planını, gerisini, önünü, ötesini, berisini düşünmeden”, yayıncılık yapmak insana kendini ‘gazeteci’ olarak hissettiriyordu...
O zamanlar hiçbir çevreye müdanaası olmayan salt habercilik yapmayı “gazetecilik için vazgeçilmez şart” bilir, ona göre davranırdık...
Kullanılır mıydık birileri tarafından zaman zaman?..
Muhtemelen arada bir, birileri kullanmaya kalkarlardı...
Fakat gazetecilik zaten böyle bir işti...
Birilerinin sizi kendi çıkarlarına göre yönlendirmek istemeleri işin doğası gereğiydi...
Mesele “kimseden emir, talimat, para karşılığı telkin almadan, işini düzgün yapmaya çalışmaktan” ibaretti...
Akşam tahmin ettiğim gibi ‘acayip’ bir yayın oldu...
Yayında muhatabımın mümkün olduğunca “suç oluşturacak sözleri” söylememesine çaba gösterdim...
Fakat Metin Kaplan Almanya’da yaşıyor ve konumu itibariyle, yayında suç işlenip işlenmemesini pek düşünmüyordu...
Bu durumda B planımız yürürlüğe giriyor tahmin ettiğimiz gibi iş bana düşüyordu...
Ona bu sözleri yayında söyleyemeyeceğini kesin bir dille, söylemeye çalıştım...
O konuştukça ben de onu bastırarak, konuşmaya başladım...
Yayın bitti...
Stüdyodan çıktım; haber merkezinin ortasındaki camekanlı odama geçtim...
Göz ucuyla haber merkezine bakıyordum...
Herkes inanılmaz mutluydu...
“İyi yayın olmuştu... Bir televizyonculuk başarısıydı!..”
Haber merkezi mutlu olmasına mutluydu ama, o yayını yapan insan kendisiyle başbaşa kaldığı içinden geçenler bambaşkaydı...
Şöyle mırıldanıyordum kendi kendime:
-“İçindeki virüse dayanamadın; yaptın yayını... Şimdi yaşa da görelim bakalım ödeteceklerinin maliyetini...”
Bakalım, bu yayını yapmaya cesaret etmenin bela cinsinden “hesabı” nasıl kesilecekti bana...
Ertesi gün “Almanya’dan miting görüntüleri geldi...”
Kaplancılar “ölüm” diye bağırıyorlardı...
Daha ertesi gün ise yeni bir tebligat geldi savcılıktan...
Muhteşem tablo tamamlanmıştı...
Vatanını seven birileri benim için “İstanbul savcılığına suç duyurusunda” bulunmuşlardı...
Bir taraf yayından dolayı ölümümü isterken, diğer taraf yayından dolayı yargılanmamı istiyordu...
Bir taraf “can”ını elinden almak istiyor, diğer taraf ise aynı yayından dolayı “özgürlüğünü” almak istiyordu...
Tipik bir Türkiye tablosuydu...
Berbat bir durumdu...
Emniyetten ‘koruma mı versek’ diye sorular soruluyor, savcılıktan ise, “Gel bakalım Metin Kaplan’ı canlı yayına çıkarmak neymiş görelim...” diye suç duyurusuna ifade çağrısı geliyordu...
Onu ilk kez benim için “berbat” olan bu günlerde; hiç de büyük olmayan bir odada oturmuş çalışırken gördüm...
İstanbul Beşiktaş’taki savcılardan biriydi...
İfademi o alacaktı...
Hadi Salihoğlu...
Aşağıda yanlışlıkla başka bir savcının odasına girdim...
İki üç savcı oturmuş konuşuyorlardı...
Öğle arası daha bitmemişti...
-“Sizin ifadenizi bizim Hadi alacak...” dediler...
-“Odası yukarıda... Çok iyi çocuktur...”
Hani bazı insanlar vardır...
Gördüğünüz an kanınız kaynar...
Gülümsemesi içinizi okşar...
Kendinizi güvende ve emniyette hissedersiniz...
İçiniz bir anda sevgiyle dolar, yumuşar...
Öyle bir adamdı Hadi Salihoğlu...
Ona “ifade mi verdim”, yoksa durumumun berbatlığını mı anlattım tam bilmiyorum...
Sanırım ifade verirken, asıl; bir tarafta “ölüm” diğer yanda suç duyurusunun yarattığı tezatın dramını anlatmıştım...
Sakin ve gülümseyerek dinlemişti beni...
Hiç germemeye çalışarak...
Ona ifadeye gitmeden önce, kimselerden araya bir tanıdık bulmalarını falan istememiştim...
-“Kendi başıma gider, başıma geleni çekerim...” demiştim...
Bir taraftan “ölüm”ün istenince, sanırım iyice bir tevekkül çöküyor insanın içine...
Onu tanımıyordum...
O da beni tanımıyordu...
Sevenim olduğu kadar nefret edenim de vardı...
Neyle karşılaşacağımı hiç bilmiyordum...
45 dakika bir saat kadar kaldım yanında...
Çıkarken, şöyle diyordum içimden:
“İnsan gibi girdim, insan gibi karşılandım, insan gibi çıktım odasından... Allah ona dert göstermesin...”
Böyle bir adamdı Hadi Salihoğlu...
Şimdi İstanbul’un yeni Başsavcısı...
YENİ BAŞSAVCININ SİYASİ EĞİLİMİ!..
Günlerdir neredeyse kan gövdeyi götürüyor...
Hesaplaşmanın geldiği nokta, artık ürkütücü boyutlarda...
Beni bilenler bilir...
Ben “siyasi” değil, “insani” taraflara bakan bir ademim...
Bir kişinin siyasi tarafının ne olduğu beni hiç mi hiç ilgilendirmez...
İnsani tarafı nedir onunla ilgilenirim...
Benim için, “insan gibi insan”sa ve onu tanıma fırsatı bulmuşsam, “ne düşündüğünü merak bile etmem...”
İstanbul’a dün Başsavcı olarak atanan Hadi Salihoğlu’nu ifademi aldığı o günden sonra da zaman zaman dost ortamlarında gördüm...
Hep sıcak ve hep sevgi dolu olan yüzünü yaşadım hissettim...
Savcılıktan; Üsküdar Başsavcılığı’na, Bakırköy Başsavcılığı’na atandı...
Silahlı saldırıya uğradı...
Bir günden bir güne, halindeki sevecenlik, tavrındaki çelebilik, duruşundaki insanlık değişmedi...
Yemin ediyorum, halen siyasi eğilimi nedir bilmiyorum...
En ufak bir fikrim yok...
Çünkü o, siyasi fikirleri ne olursa olsun, siyasi fikirlere göre davranan bir savcı ve hukukçu değil...
O bir “insan...”
Sevecen, çelebi, savcı gibi savcı değil, insan gibi bir insan...
Aklım yanılabilir...
Sezgilerim asla...