14 yaşında bir çocukla kavga eden adam

Haberin Devamı

12 Eylül öncesi çocukluğuma gelir. Hayal meyal hatırladığım yıllar. Solcunun geçtiği sokaktan sağcı geçemezdi, sağcının oturduğu kahveye solcu giremezdi, sağcıların öldürdüğüne karşılık solcular birini vururdu… Birinin kahramanı ötekinin “vatan haini”ydi, ötekinin “şehidi” diğerinin “bir pislik daha eksildi”siydi…

Özetle: Birinin acısı öbürünün sevinci, birinin kıvancı ötekinin utancıydı...

Bir çocuk için berbat yıllardı. İki üç aile bir araya gelip ağız tadıyla bir yemek yiyemezdik. Sadece siyaset konuşulurdu. Sonra da illa ki bir fikir ayrılığı illa ki bir sürtüşme, kavga çıkardı. Komşular, akrabalar hatta kardeşler birbirinin düşmanı olmuştu.

O günler aklıma geldiğinde “bir ülke nasıl bu kadar ayrışabilir?” diye hayret ederdim. Nasıl olurdu bu denli bir düşmanlık, kin, nefret?

İlkokul bitirdiğim yıl darbe oldu ve sofralardan siyaset kalktı. Çocuktum ve ne yalan söyleyeyim o bir yere varmayan sıkıcı tartışmalar bitti diye rahatlamıştım. Yıllardır “fikir ayrılığı” yüzünden görüşmediğimiz ahbaplarla görüşmeye başlamıştık. Hep olay çıkıyor diye gidemediğimiz mahallelere gidebilir olmuştuk.

Askerler daha beter yapmışlar meğer, tabi o zaman bunu bilmiyordum. Bildiğim kendi sokağımdı, kendi şehrimdi...

***


O günlerin bir daha geri dönmeyeceğini sanırdım.

Türkiye’nin, böyle bir bölünmeyi bir kez daha yaşamayacak kadar olgunlaştığını, evrildiğini, medenileştiğini düşünürdüm. Dahası yeterince zenginleştiğimizi.

Fikir çatışması elbette vardı. Olmalıyı da…

***


Şimdi geldiğimiz noktaya bakıyorum ve 12 Eylül öncesi günlere nasıl gelindiğini anlıyorum.

Çokçokçok hırslı bir idarecinin toplumu pasta keser gibi ikiye, üçe, dörde nasıl bölebileceğini görüyorum.

“Toplum mühendisliği” meğer buymuş ve 12 yıl gibi kısa bir süre de yetiyormuş!

Başbakan’ın derdinin sadece seçim kazanmak olmadığı artık çok çok açık.

Dün, Gaziantep mitinginde Berkin Elvan’ın ailesini kastederek “onların evlat sevgisi de yalan” imasıyla şunu dedi. “Ben evlat sevgisini bilirim ama sizin mezara bilye atmanızı anlamadım”. Zira Berkin Elvan’ın masum bir çocuk olduğuna inanmıyor. Hatta çocuk bile olduğunu düşünmüyor. Mezarına çocukluğunu sembolize eden cam bilyelerin atılmasını da bu nedenle (güya) anlamıyor. Ona göre zaten ekmek montaj, koma ve ölüm de olsa olsa dublaj…

Fakat daha korkuncu şu: Onu izleyen halk Başbakan’ın bu cümlesinden sonra uzun uzun yuh çekiyor. Kime? Berkin Elvan’ın acılı annesine. Düşünebiliyor musunuz? Üç gün önce evladını kaybetmiş olan o kadını bir kısım halk yuhalayabiliyor.

Çok ama çok acıklı....

Başbakan bana fena halde Kafkas Tebeşir Dairesi’ndeki annelerden birini hatırlatıyor artık. Oyunda, terk edilmiş bir çocuğu bir başka kadın büyütür, sonra çocuğun öz annesi gelir ve geri ister ama onu büyüten annesi vermek istemez. Hakim karşısına çıkarlar, Hakim tebeşirle yere bir daire çizer. Çocuğu ortasına koyar ve der ki: “Kim çocuğu dairenin kendi tarafından dışarı çıkartabilirse çocuk onundur”. İki anne başlarlar çocuğu kollarından çekiştirmeye. Çocuğu büyüten anne, çocuğun acı çekmesine dayanamaz ve “tamam” der. “Çocuk onda kalsın…”

Hakim, çocuğun gerçek annesinin onu büyüten annesi olduğuna karar verir ve çocuk o annede kalır.

Başbakan, bana ne yazık ki “Çocuğumun kolları kopsun umurumda değil, yeter ki benim olsun” diyen hesapça öz anneyi hatırlatıyor.

Evladını kaybetmiş bir anneyi BİLE hor görecek kadar vicdan yoksa… Bütün belediyeler onun olsa artık kaç yazar…

Evet, ne olur ki…

Hakikaten artık hiçbir şeyin değeri yok. Bugüne kadar Geziciler için demediği yalan yoktu ama açıkçası onlar umurumda değildi. Vız gelir tırıs gider.

Ama ben ne zaman ki bir evladını üç gün önce kaybetmiş bir anne bir meydanda bir halka yuhalatılıyor gördüm, işte o zaman dedim ki “bu birkaç oy meselesi değil”…

İçimdeki ses “Bu zulmü bitireceksen bütün belediyeler senin olsun… Yeter ki o acılı anayı halka yuhalatma…” diyor…

Bu kadarına artık dayanamıyorum...

DİĞER YENİ YAZILAR