Dün İran’daki gelişmelerin nasıl bir çerçevede ele alınması gerektiğini ortaya koymuştuk. Öyle görülüyor ki Türkiye’de bir kesim İran’ın ve seçilmiş yönetimin yanında olunması gerektiğine bir kesim de eylemcilerin çıkışına olumlu anlamlar yüklüyor. Bu iki yaklaşım kimi mecralarda “ABD-İsrail destekçiliği” ya da “karşıtlığı” şeklinde bir algı savaşına dönüşüyor. Gelinen aşamada Türk Dışişlerinin ilk tavrı yanlış değildir. Türkiye, İran’daki olaylar hakkında “toplumsal huzur ve istikrarın korunmasına, kışkırtıcı söylem ve dış müdahalelerden kaçınılmasına” dikkat çekiyor. Bir yönüyle temkinli çekimserlik uyguluyor.
Ancak İran’da yaşayan Türkler -ki neredeyse tamamı Türkçe anlamakta/konuşmaktadır- Türkiye açısından bir sorumluluk ve aynı zamanda güç unsurudur. Bu süreçte Türkiye’nin onlara yönelik tarih eksenli ve çözüm odaklı bir söylem geliştirmesi gerekiyor. İlkesel tutumu açısından bu kesimlere sükûnet ve bütünlüğü koruma çağrısı yapılabilir. Ancak onların yıllardır İran’da örselenen ve hiçe sayılan hakları konusunda da görünür bir diplomasi kullanılmalıdır.
Bunun iki temel dayanağı olmalıdır. Birincisi İran’ın dış ilişkilerini belirleyen etkenlerdir. İran tarih ve coğrafyasından kaynaklanan jeopolitik hamlelerin ötesinde dünyadaki tek Şii İslam ülkesi olarak dini argümanları Anayasal devlete konuşlandırmış bir politikaya sahiptir. Yani “teo-politik” temellidir. Bununla birlikte günün koşullarına uygun bir pragmatiklik söz konusudur. Yeri geldiğinde bu eylemlerin arkasında olduğu ileri sürülen ABD ile bazı işbirliği noktalarına varması mümkündür. Dolayısıyla Türkiye ile dönemsel birliktelikler ve karşıtlıklar yaşanabileceği unutulmamalıdır. İkincisi Türkiye-İran ilişkilerinin bölgedeki yansımaları Türkiye’nin bazı hassasiyetleri ile örtüşmektedir. Gerekçeleri farklı olsa da Irak ve Suriye’deki PKK-YPG varlığı iki ülke için de tehdit olarak algılanmaktadır. O halde Türkiye mevcut koşullar dahilinde İran’ın içişlerine müdahale edilmesine karşı durmalı, komşu halkın barış ve huzurunu önceleyen kontrollü bir diyalektik sürdürmelidir.
Diğer yandan Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun “İran’daki olayları Netenyahu ve Trump dışında destekleyen yok.” şeklindeki sözleri İran içerisinde de protestocuları ayrıştırıyor. Hatta İran yönetimi eylemlerin daha da tırmanmaması için bunu bir karşı stratejiye dönüştürüyor. Nükleer silahlar sebebiyle uzun yıllar ambargo altında kalan İran halkının bu konudaki refleksleri belirli bir birikime sahip. Üstelik M.Ali Shabani gibi bazı uzmanlar eylemlerin kontrolde götürülmesi halinde sosyal ve ekonomik reformlara karşı direnç gösteren kişi ve grupların güç kaybedeceğini belirtiyorlar.
Halkın %54’ü zor geçiniyor
Yukarıdaki tabloda görüldüğü üzere Ruhani’nin ilk kez seçildiği 2013’ten bu yana bazı iyileşmeler olsa da işsizlik hala en büyük sorun. Sekiz ay önce İranpoll tarafından yapılan araştırmada İran halkının %54’ü “zor geçindiğini” ve %52’si de en büyük sorun olarak işsizliği gördüğünü belirtiyor. İran İçişleri Bakanı Abdurrıza Rahmanifazli, işsizlik oranının bazı şehirlerde %60’a ulaştığını ifade etmişti. Cumhurbaşkanı Ruhani ise Ocak ayında yaptığı bir konuşmada “Her aileden 2 ya da 3 adet gencin işsiz olması bizi son derece kaygılandırmaktadır” demişti.
Elbette bu eylemler İran’da bir yönetim değiştirmeyecektir. Ancak toplumsal fay hatlarının artçı etkileri daha görünür hale gelmiştir. 2009’daki gösterilere göre ülke genelinde hissedilen ve daha çok gençlerin ve orta sınıfın ön safta yer alması kronikleşen ekonomik ve yapısal sorunların bir an önce üzerine gidilmesi gerektiğini gösteriyor.