Krizin yarattığı sızıyla kalbim çığlık atıyordu
'Damar tıkanınca kalp açlıktan ölmeye başlar. Krizin yarattığı sızı oksijen ve besinden yoksun kalan kalbin acıyla attığı çığlıktır...'
Yoğun bakımda yatarken krizden önceki günleri düşündüm. Kalbim duracağına dair beni uyarmıştı. Uyarıları fark etmiş ama anlamamıştım. Doktorum da öyle... Çok açıktı sinyaller. İlk işaret "solunum" dan geldi. Bir ara yoga yaptığım için derin nefes almanın hem yöntemlerini hem de faydalarını biliyordum. Kızını Sara doğduktan sonra yogayı bıraktım. Ne kadar erken kalkarsam kalkayım, uyandığımı hissedip ayağa dikiliyordu çünkü. Yoga beni nefesimin tiryakisi yapmıştı. Bıraktıktan sonra nefes egzersizlerine bir süre daha devam ettim. Sonra tamamen terk ettim. Bir yıl kadar önceydi. Ne yaparsam yapayım ciğerlerime eskisi gibi yeterince hava dolduramadığımı, havaya doyamadığımı hissetmeye başladım. Doya doya nefes alamadığım duygusu yavaş yavaş - ama çok yavaş yavaş - artarak devam etti.
Krizden altı ay kadar önce de her yemekten sonra kalbim, kaldırması zor bir yükün altına girmiş gibi zorlanmaya, atışları düzensizleşmeye başladı. Ne kadar hafif yersem yiyeyim çarpıntı oluyordu. Yemekten sonra uzanmak veya hareket etmek -çalışmak veya yürümek- fark etmiyordu. Yarım veya bir saat sonra kalp ritmi normale dönüyordu. Bu iki üç ay sürdü, sonra başladığı gibi aniden kesildi.
Bu arada yürüyüşlerde zorlandığımı keşfettim. Rahatlıkla yürüdüğüm mesafelerde tıkanıyordum. Eskiden terlemeden tırmandığım tepeleri yorulmadan yürüyemiyordum. Yarı bilinçli, engebe ve tepeler yerine düzlükleri ve kolay patikaları seçmeye başladım.
Yalpalamalar, karanlık mood'larım, kızgınlıklarım, sanırım üzerime ölçülmesi zor veya mümkün bile olmayan başka yükler bindirdi. Kendimi mutlu bir insan olarak tanımlayamazdım, hiçbir zaman... Başından tahtalar öyle çakılmıştı. Ta başlangıçta bir şeyler olması gerektiği gibi olmadı. Sanki dünyaya gelir gelmez bir kenara itildim. Ne olduğunu anlayamadım. İstenmemek ve kabul edilmemek, ait olmamak ve yabancılaşmak -sakat doğmuş olmak gibi- hayatımı şekillendirdi. Sonra tutunamamak ve kaçmak. Arkadan gelen yıllar derin bir kuyudan yukarı tırmanmak gibiydi. Herhalde, sonunda kendimi bıraktım. Mutsuz bir insan sağlığına boşverir çünkü hayatını uzatması için fazla bir neden yoktur. Kendi kendine duyduğu nefret hayata olan sevgisinden büyüktür.
Doktor da anlamadı
Kendimi kandırmak için bir mazerete daha sahiptim. Krizden altı hafta kadar önce kalp doktoruma muayeneye gittim. Kan testi yaptırdım. Bütün sonuçlar beni de doktoru da şaşırtacak kadar iyiydi. "Tansiyonunuz normal. Kalp atışlarında bir sorun yok" dedi doktor. Yemeklerden sonra başlayan çarpıntıdan bahsettim. Bir şey söylemeden beni dinledi. Farkına varmadığı, kalbimi besleyen damarlardan ikisinin tehlikeli bir biçimde tıkalı olduğuydu. Anjiyo damarlardan birinin yüzde 65-70, diğerinin yüzde 80-90 kapalı olduğunu gösterdi. Ama beni nisan başında gören ve üç-dört yıldır tedavi eden profesör ne kan tahlilinden bunu anladı ne kalp atışlarından ne tansiyonumdan. İlaçlarımı değiştirmedi ve herhangi yeni bir öneride bulunmadı. Haziran başı için randevu verdi. Mayıs başında kalp krizi geçirdim.
Ölümün suskunluğu
Plak, koroner arteri tıkayınca ischemia denen durum meydana gelir, ischemia sözcüğü Grekçe. İschano; söndürmek, batırmak, durdurmak ve aima, yani kan. Eski Yunanlılar bu iki kelimeden ischaimos, "kan akışını durdurmak" anlamındaki sözcüğü türetmiş.
Tıpta ischemia, vücudun herhangi bir yerinde kan akışının azalması veya durması demek. Kalpte olunca, ölüm geliyor. Tıkanan yer kalbi besleyen damarlar yani koroner arterler. Koroner sözcüğü Latince taç, çelenk anlamındaki corona'dan geliyor. Artety, yani damar, aynı anlamdaki Latince arteria'dan türemiş. Koroner arterler iki avuç içerisinde tutulan bir topu parmakların sardığı gibi kalbi (gerçekten çelenk misali) çevreler. Damar tıkanınca kalbin o damarla beslenen kısmı açlıktan ölmeye ve normal ritmini kaybetmeye başlar. Kalp tamamen durmadan önce, kargaşa içerisinde kıvranır, titreşir. Krizin yarattığı sızı -göğsüme ve kollarımın üzerine oturan taş yarasa- oksijen ve besinden yoksun kalan kalbin kızgınlık ve acıyla attığı çığlıktır. Bu çığlık kan dolaşımı yeniden başlayıncaya kadar sürer. Başlamazsa, susar. Bu ölümün suskunluğudur. Sonra ölüm sırası oksijensiz kalan beyne gelir. Beyin durgun ve bayatlamaya başlayan kanın içindeki oksijeni emerek kısa bir süre daha yaşar. Beyni diğer dokular izler.
Bütün ölümler değişiktir. Nasıl insan insana benzemezse, ölüm de ölüme benzemez. Ne kadar insan varsa o kadar değişik ölüm vardır.