"Düşünmenin zamanı değil dedim ayağa kalkmalıyım!"
Abajurun düğmesine dokundum. Gözlüklerime uzandım. Sızıyı tartmaya ve ne yapacağımı düşünmeye başladım. Acaba geçecek miydi? Hayır! Bu defa gelen çok şiddetliydi. Bu kadar büyük bir ıstırap duymamıştım. Sanki göğüs kafesimi bir mengenenin çeneleri sıkıştırıyordu
Gecenin karanlığında müthiş bir göğüs ağrısıyla uyandım. Ortalık sessizdi. Saatin kaç olduğunu öğrenmek için yatağımın başucundaki kitaplıkta duran kol saatimi aramama gerek yoktu. Üç civarında olmalıydı. İstanbul'da, gün, dakikalara bölündüğü gibi gürültülere de bölünebilir. Evde çalıştığım için değişik saatlerde sokaktan gelen sesleri tanıyorum ve hangi seslerin hangi zamanlara ait olduğunu biliyorum. Seslerin kesildiği, şehrin gözkapakları titremeden uyuduğu saatlerdeydik. Bu zaman aralığı, Beylerbeyi Sarayı ile Ortaköy Camii arasında asılı duran ışıklı köprüdeki trafik uğultusunun dinmesiyle başlar, tepedeki beton caminin hoparlörlerinden çıkan ezan sesinin vadide, aralarında benimkinin de bulunduğu evlerin üzerine kaya gibi yuvarlandığı ana kadar devam eder. Başucumdaki abajurun düğmesine dokundum. Gözlüklerime uzandım. Uyandığım yerde oturarak, sızıyı tartmaya ve ne yapacağımı düşünmeye başladım. Geçecek miydi?
Yatmadan önce beni yoklamıştı ama...
İnsan içinde sızıların saklandığı bir yumaktır. Saç köklerinden dişlerine, kalbinden tırnaklarına kadar her yerinde sızılar patlamaya hazır, bekler. Her sızının ayrı bir büyüklüğü, kıvamı, kaplama alanı, tadı, acılığı vardır. Diş ağrısı bir nebula kadar büyüktür, yumurta biçimindedir ve çivi gibi derindir. Parmakta derin bir kesik, yangın tadı ve şeklinde bir acı verir. Istırabı yelken gibi yalpalanır, rüzgârın önüne katılmış alev gibi ilerler. Göğsümdeki ağrı daha önce hissettiğim ağrıların hepsinden farklıydı. Yatmadan önce salonda beni birkaç defa yoklamıştı ama bu defa çok daha şiddetliydi ve geçmiyordu. Hayatımda bu kadar büyük bir ıstırap duymamıştım. Sanki göğsümü bir mengenenin çeneleri sıkıştırıyordu.
Tansiyonum normal, kriz olamaz diyordum
Tansiyonum yükselmiş olabilir miydi? Rafta, kitapların arasında duran tansiyon aletine uzandım. On beş yıldır tansiyon hastasıyım. Yıllar önce doktorların kullandığı tansiyon aletlerinden bir tane edinmiş, tansiyonumu ölçmeyi öğrenmiştim. Bandı koluma sarıp şişirdim ve havayı serbest bıraktım. Alet büyük tansiyonu 120, küçüğünü 70 olarak gösterdi. Bu normal, hatta benim için, normalin biraz altındaydı. "O zaman bu kalp krizi olamaz" diye düşündüm. (Bu teşhisim yanlıştı. Tansiyonun kalp kriziyle alakası olmadığını, kriz geçiren birinin tansiyonunun, hiç olmazsa başlangıçta, tamamen normal olabileceğini daha sonra hastanede öğrendim.) Ama kalbim benimle aynı fikirde değildi. Sızı aniden öyle bir şiddetlendi ki, arkamdan itilmiş gibi kendimi yatağın ucunda ayaklarım yere dayalı buldum. Ne yapacağımı düşünürken derin derin nefes alıp vermeye çalıştım. Böyle alınan nefeslerin vücudu en ücra köşesine kadar oksijenle doldurup rahatlattığını ve sıkışık anlarda iyi geldiğini yogadan biliyordum. Ama derin nefes alamıyordum. Sızı sanki ciğerlerimin çabasını bastırıyor, nefes almamı zorlaştırıyordu. Nefes alıp verişlerim kısa kısaydı.
Öylece birkaç saniye oturdum ve ikinci tereddüdümü geçirdim. Kalp krizi geçirenlerin sol kolu ağrır veya uyuşur diye biliyordum. Benim duyduğum acı ise üstümde kanatları açık taş bir yarasa yatıyormuş gibi göğsümden başlayıp hem sol hem de sağ koluma yayılıyordu. "O zaman kalp krizinden başka bir şey olmalı" diye düşündüm. Uçakta yediğim yemekten zehirlenmiş olabilir miydim? Birdenbire kapıyı arkadan sürgülediğim aklıma geldi. Geceleyin çantalarımı girişe bırakıp yukarı çıkmadan önce sokak kapısının arkasındaki sürgüyü çekmiştim. Aşağıya inip sürgüyü geri çekmeliydim, aksi takdirde Nuriye Hanım'ı çağırmaya kalksam eve giremeyeceklerdi. Selim doğduktan birkaç gün sonra Augusta'ya gözün aydın ziyaretine geldiğinden bu yana Nuriye Hanım, dokuz yıldır bizde çalışıyordu ve neredeyse ailenin bir üyesi haline gelmişti. Karşımızdaki binada oturuyordu ve onda evin anahtarı vardı. Yardım için telefon edecek olsam böyle bir şeye ihtiyacım olabileceği büyük bir olasılık haline gelmeye başlamıştı, içeri giremeyecekler veya girmek için kapıyı kırmak zorunda kalacaklardı. Bu, hayatî bir zaman kaybına neden olabilirdi. Bunlar aklımdan geçerken aniden vücudumun boynumdan kasıklarıma kadar soğuduğunu hissettim. Sancı sanki daha da arttı. Derhal giyinip hastaneye gitmem için vücudumun yolladığı son sinyalleri alıyordum. Sancıya neyin sebep olduğu artık önemli değildi. Hemen hastaneye gitmeliydim. "Düşünmenin zamanı değil" dedim kendi kendime. 'Ayağa kalk."
Aceleyle doğruldum önce şortumu giydim
Çıplak girmiştim yatağa, üstümden çıkan giysilerimi yatak ucuna istif ederek. Aceleyle doğruldum. Önce şortumu ayaklarıma geçirdim, otururken. Kalkarken de o gece adadan dönüşte uçakta giydiğim lacivert svetşörtü yerden topladım ve yürürken sırtıma geçirdim. Svetşört üstüme otururken sırtıma bir şey battı. Adadaki bahçemde uçuşan, çoraplarıma, pantolonumun paçalarına takılan yabanî otun tohumu olmalıydı. Batışından anladım. Rüzgârda uçuşarak, insanlara ve hayvanlara takılarak neslini olduğu yerlerden uzaklara yayması için doğa ona ok biçimini vermişti. Başka bir zaman olsa onu itinayla çıkarır, "Bol şans, ahbap" diyerek bir yerde toprağa sokardım, ama doğanın bahçıvanlığını düşünecek halde değildim. Yalınayak, karımın ve çocukların yatak odalarının bulunduğu kata indim. Sızıdan iki büklüm olmuştum. Elimde telefon vardı. Ne zaman almıştım onu yatağın kenarında, yerde duran uzatma kordonuna bağlı şarj aletinden?.. Karımın açılmamış yatağının başucundaki abajur yanıyordu. Işığında merdivenlerden inmeye devam ettim. Salondaki ışık Osmanlı işi ahşap tavana vuruyordu. Yemek masasının yanında durup telefonun açma düğmesine dokundum ve aydınlanan ekranda numaralara basıp kodumu yazdım. Sonra bir kat daha aşağıya, sokak kapısının bulunduğu girişe indim. Işığı açmadan kapıya yürüdüm. Sürgüyü çektim. Ağrı dayanılmaz bir hal alıyor, teneffüsü daha da güçleştiriyordu. Nefes alıp verişlerim gittikçe sığlaşıyordu.